30 Aralık 2010 Perşembe

Tanrı’yı Kaybetti Bir Çocuk

Tanrı’yı kaybetti bir çocuk,
Ve renkler silindi
O masum gözlerinin önünden
Acıyı hissetti, o çocuk
Tertemiz ruhunun ta derinliklerinde,
Sıcacık bir el aradı umutsuzca
Ve umudunu kaybetti gözlerinden akan
Yaşlarla birlikte...

Küçücük bir kalp çırpındı durdu
Ayın ışığıyla birlikte,
İnsanlar onu anlamadı,
Sadece ay ışığı ve
Kendi.
Baharı yaşamasına izin vermediler,
Ve isyan etti
Var olan ve olmayanlara karşı...

Tanrı’yı kaybetti tertemiz bir çocuk,
Islak gözlerle yattı yatağına
Rüyalarındaki renkler acı verdi,
Ve korktu güneşin parlak acımasız ışığından.
Issız bir ormandaydı,
Kocaman bulutlar gökyüzünde
Ve minicik oyuncağıysa baş ucunda.

Tanrı’yı kaybetti bir çocuk,
Karanlıktan aydınlığa çıkınca.
Tanrı’yı kaybetti bir çocuk,
Aydınlıkta kendi çığlığını duyunca.
Tanrı’yı,
Tanrı’yı kaybetti
Masum, tertemiz bir çocuk
İnsanları tanıyınca...
“Ellerini uzat,
Minicik yüreğinle birlikte
Sevgili çocuk,
Eğer gerçekten seviyorsan
Ve biliyorsan...
Onu bulabilirsin
Yanı başında,
Küçük, sevgili çocuk...”

Tanrı’yı kaybetti
Masum,tertemiz bir çocuk
Onu yeniden bulabilmek için...

© Emre Karahasan
1999-2010

8 Haziran 2010 Salı

Güzel bir gün

I

Elinde yeni yaktığı sigarayla evden çıkarken ve “ölmek için güzel bir gün” dedikten hemen sonra bana “Siktir” demiştim yanlış hatırlamıyorsam. “Peki” demişti ardından, gülümseyerek.
Uzun zaman geçti, hala o bulutları hatırlıyorum. Bulutlar dans ediyorlardı, hafifçe.
“Klişe bir laf be” demiştim inançsız ben, üstelik gözümde canlanan görüntüyü ona söylerken;
“Adam önce tavandan sarkan ipe bakar, sandalyenin üzerine çıkıp yavaşça ilmiği boynuna geçirir, ölmek için güzel bir gün diye fısıldar odanın içerisindeki sessiz eşyalara.Ayakları altında duran sandalyeyi iter...”
“Herşey o kadar basit mi? Elbette herşey o kadar basit. Hayatın kendisi basit ama öyle koatik görünüyor ki bizlere.”
Sanırım birşey söylememişti, sokağın başına doğru ellerimizde sigara yürümüştük. Çok hafif bir rüzgar esiyordu o tanıdık barın kapısına ulaşınca. Barın sahibini tanıyorduk, içeride temizlik vardı, barda oturan hafif kel, kırmızı yüzlü, sakallı, şişman ve yüzde altmışbeş sarhoş bir adam vardı. Barın sahibiyle konuşuyorlardı, adamın geldiği yer kuzey ışıklarının izlendiği topraklardı.

Çok şey konuşmuştuk gece yavaşça hayatlarımızı karartana dek. Gece bizleri aydınlatırken karanlığıyla, önünde duran vodkadan sağlam bir yudum alıp hemen ardından yine önünde duran şişeden bardağı doldurduktan sonra “sakın” dedi,
“sakın sigaranızı bir mumla yakmayın. Mumla yanan her sigarayla birlikte bir denizci ölür açık denizde.”
Biz durup birbirimize bakmıştık. Adama dönüp “Çok, defa sigaramı mumla yaktım ben” dedi yüzünde bozuk bir ifadeyle. Ardından adam tanrılar gibi gülümsedi o iri göbeğini tutarak “hayır” dedi, “siz bilmiyordunuz, kural şudur...öğrendikten sonra başlar öldürmeleriniz...”
Kahkahaları boş barın duvarlarını okşadı, bir süre sonra konu yine değişip intihara geldi, intihar etmek istediğini ama o kadar güçlü olmadığını onun yerine günde en az bir litre vodka içtiğini söyledi purosunu yakarken. Madem ki intihar edemiyordu, yavaş ve hissettirerek gelmeliydi ölüm. Belki şimdi uğramıştır ona, bilmiyorum...
Bir süre sonra el sıkışarak ayrıldık bardan ellerimizde nefis kokulu “gitanes”larla. Onlar loş aydınlıkta bizde sokağın ve ağustos böceklerinin şarkıları arasında yürüdük.
“Eve gitmem gerek” dedi, ben ağzımı açmama fırsat vermeden “işim var” diye kestirip attı. “Tamam” demiştim mecburen, o evine, ben evime gittim.

Tahmin edebilir miydim, hayır sanmıyorum.
Ama söylemişti ya. Evet güzel bir gündü ölmek için, tanrıyı oynamak istemişti tüm inançsızlığımıza rağmen...oynadı...sessizce...


II

Ertesi gün buluşup bir yere gitmemiz gerekiyordu. Telefon etmedi, onu o gün gören yoktu.
Evine gitmeye karar verdim, evde kimse yok gibiydi...Arka kapının anahtarı her zaman durduğu yerdeydi. Anahtarı oradan alıp kapıyı açtım, onun ismini çağırarak, belki hala uyuyordu diye.Yatağının üzerinde beyaz A4 kağıdı ve üzerinde bir yazı vardı. “Küvetteyim, içeriye girme, polisi ara...okuman gerekenler kağıdın yanında...”

Ne ve nasıl hissedeceğimi bilmiyordum, gerçek ve rüya karışıvermişti birden, söylemek istediği şey hatta söylediği şey, anladığım şey miydi.
Yatağın köşesine oturduğumu hatırlıyorum, ne düşüneceğimi veya ne düşündüğümü bilmiyorum. “küvetteyim, içeriye girme, polisi ara...”
Söylediğini yaptım, elimde kağıdın yanında duran not defterini elimde tutarken.
Şöyle başlıyordu, “Sana, kardeşim diye hitap edeceğim, yaşarken hiç etmesem de, sana herşeyi tek tek anlatacağım, hissettiklerimi ve oraya gidişimi....”
Boktan bir durumdaydım. İçkiye ihtiyacım vardı, odadan çıkıp, banyonun önünden geçtim mutfağa gidip her zamanki yerinde duran vodkayı alıp kafama diktim, midem kalkana dek içtim, rahatlamış mıydım? hayır.
Elimde şişe ve defter oturma odasına gidip yine ilk sayfayı açtım... “Sana, kardeşim diye hitap edeceğim, yaşarken hiç etmesem de, sana herşeyi tek tek anlatacağım, hissettiklerimi ve oraya gidişimi....” ardından devam ettim bu kez...
“Seninle ayrıldıktan sonra eve geldim, seni atlatmak zor oldu aslında ve bu arada bu boktan bir yazı olacak, edebiyatı falan siktir ediyorum, öylesine noktalama işaretleri falan umusamayacağım yani bunu bil, neyse.Tekrar başlıyorum...
Eve geldim, seninle ayrıldıktan sonra, kafamda o vardı zaten, farkındaysan sana söylemiştim “ölmek için güzel bir gün” diye, sen onu ne yazık ki şarkı falan mı algıladın her neyse, en zoru neydi biliyor musun? İlk adımı atmak, öyle boktandı ki.
Sanırım saatlerce bekledim o ilk kesik için. (lütfen banyoya sen girme, beni böyle hatırlamanı istemiyorum, kardeşim.)
Bunu neden yaptığımı düşünüyorsun sanırım, evet bunu bende düşündüm ama çok da mantıklı bir sebep bulamadım ne yazık ki, biliyorsun tanrıyla aramız yok, hiç olmadı, biraz reenkarnasyona inanırım, umurumda değil, fiziksel bir hastalığım hiç olmadı, evet doğuştan sağlıklıyım bir bokum yok, ruhum hasta ama. Şu şekilde, kronik depresyon desek şuna? Kronik mutsuzluk? Kronik yaşayamama sendromu...Evet olmuyor, gülemiyorsun gülsende, şarabın tadı hep değişken, havanın kokusu ağır, gölgeler kirli, insanlar öyle salak ki. Bizlerin geri dönüşüme ihtiyacı var, recycling evet...yok olmalıyız kardeşim, arınmalıyız herşeyden, önce kendimiz sonra kirlerimiz ve birbirimizden.
Birazdan ilk kesiği sağ bileğime iki dikey kesik olarak atacağım, umarım tekrarlamak zorunda kalmam...”

Gözümden bir damla yaş geldiğini hatırlıyorum, şişeyi yine kafama dikmiştim ve okumaya devam ettim.

“...Evet, işte oldu, biliyorsun solağım ben ve önce sağı kestim yazabilmek için, canım yandı sanırım biraz derin oldu, çok kan aktı önce...farklı bir his...sevişmek gibi, benzersiz...herkese böyle mi olmuştur acaba? Neyse, sorun bendeydi işte, bir türlü olmuyorsa onurlu olan şey onu tekrar düzeltmendir, eğer yapabiliyorsan yada çalışmak. Ben sadece denedim, ne bok olacağını bilmiyorum, okuduklarıma inanmıyorum, görmek istedim, göreceğim çünkü uyuşmaya başladım sanırım, bilmiyorum ya da vodkadan mı, bu gün tanıştığımız herif korkaktı, bak işte sonunda yaptım ben, gülümsüyorum bunu yazarken ve bekle sıra diğerinde, evet kusura bakma silmeye çalıştım ama, kan deftere bulaştı, acele etmeliyim.”

Okuyup gözümde canlandırıyordum ve yine devam ettim sigara yaktıktan hemen sonra.

“Solu da kestim, canım çok yanıyor. Ellerimi pek hissetmiyorum, yüzüm karıncalanıyor sanki, aklıma Plath’ın intiharı geldi, onun yaptığı gibi mi yapsaydım ama sigarayla içeri girersen eğer sende havaya uçardın, bu biraz kanlı ama daha zevkli gibi, hayatı içinden dışına akıtıyorsun, kendi ellerinle, bitiyor, görüyorsun, etrafın kırmızı. Umarım, küvetten çıkıp yatağın üzerine bunu bırakabilirim, kanı yere damlatmadan. Beni tanıyorsun, yirmi yıl falan oldu heralde. Bunun olacağı belliydi. Ben hep tanrıyı merak ettim, neden bir bok yapmıyor falan diye sonra fark ettim ki bunu yaparsam – ki tek neden bu değil – kendi kendimin tanrısı olurdum ve oldum. Ölerek kendime kafa tutuyorum, ölerek değiştiremediklerimden kurtulup, gözyaşı dökmüyorum, ölüyorum tamamiyle bencilce davranıyorum, ölüyorum çünkü ölmek istiyorum kendi ellerimle.”
“Çok akmaya başladı, iyi hissetmiyorum varsa eğer bir meleğin beni dudaklarımdan öpmesini beklemeye gidiyorum, belki de yok, tünel falan da görmedim henüz, ışık da yok. Kardeşim, masallara inanma, masalları oku, hayata saygı duy ve sen yaşlandığında ölümü bekleyeceğine kendini öldür. Delirerek son verdiğim için özür dilerim, durup düzeltme yapacak halim yok, kelime hataları olabilir ve yazım yanlışları ve noktalamalarda hata, bu edebi bir yazı falan değil söylediğim gibi, bu benim İntihar Mektubum, o kadar.
Çocuk, sen kendine iyi bak ve dikkat et, ağlama ve bu defteri polislere verme, sakla çünkü sana vermeyebilirler o salaklar, bu bizim son sırrımız olsun...
Gitmeliyim gerçektenn, tmaamiyle uyuştum....gidiyorum sonunda bunu bıraktıkran sonra son bir kesik daha atacağım merak etme tüfek falan kullanmayacağım, kafam yerinde olacak...tekrar söylüyorum, herşey için, kardeşliğin ve arkadaşlığın ve dostluğun için teşekkürler, kimlerin olduğunu biliyorsun, onlara son kez selamımı söyle, sadece gitti de, mutluyum ben gerçekten, istediğimi yaptım son kez....
Defteri sakla...
Görüşürüz...”

Sigara bitmişti, polisler geldi onlara yazıyı gösterdim. Başka şeyler sordular ifadeler falan, sadece o A4 kağıdını gösterdim onlara defteri saklamadan önce...

..............

Yıllar geçti, şu an epey yaşlandım, bu olay olalı tam kırkbir yıl geçti. Hala kendimi öldürmedim. Öldüremedim. Hala birlikte yaşadığım bir karım var ve bir oğlum ve torunum.
Onları düşündüm ve yapamadım, istiyor muyum? Elbette...Onun kadar bencil ve güçlü olamadım ve onun defterini her yıldönümünde okur ve şarap içerim onunla birlikte. Reenkarne olup olmadığı hakkımda hiçbir fikrim yok ama düşünüyorum bazen olmuş mudur, tekrar gelmiş midir diye ve geldiyse nerede ?
İşte onun hikayesi bu, aklımda kalan, değişmiş olsa da böyle...


07.06.2010

© Emre Karahasan

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Serüven

I

Sabah uyandı. Güneş henüz yükselmeye başlamıştı. Ayna, yatağının tam karşısındaydı. Yatağında doğruldu ve aynaya baktı. Odanın içerisi pek aydınlık değildi. Yine de aynada gözlerini görebildi ve uzun bir süre baktı. Bir şeylerin eksik olduğunu fark etti, eksiklik aynanın içerisindeki görüntüdeydi.
Sabah, çılgınlar gibi bağırıyor kuşların çığlıkları yankılanıyordu. Ayağa kalkıp dolabı açtı çantasını alıp içerisine giysilerini doldurdu. Yanına daha başka ne alabileceğini düşündü. Bir süre durdu ve tekrar dönüp aynaya baktı. Ayna ona veda etti ve yolculuk başladı....

II

“ Nereye? Nereye gitmeliyim? Hangi yöne ? Doğuya, batıya, kuzeye yoksa güneye mi? Daha mı uzaklara yoksa?”
Ve, yolculuk başladı...

............................................................................

“Ortaokullu ve liseli çocuklar okullarından çıkıyorlar. Ne kadar da kendilerine güveniyorlar. Hangisi fark edecek, edebilecek ki, hangisi fısıldayacak kendi kendine ve hangisi bırakabilecek ve alt edebilecek, hangisi görecek ya da çalışacak görmeye, hangisi susacak, hangisi hissedecek ki? Belki çok erken onlar için. Aptal değiller ama Gençler. Gençler ama bir o kadar da Yaşlılar. Yaşlılar fakat yeni doğmuş bir bebek kadar körler. Körler fakat bir kuş kadar atikler. Sizler ve bizler, bizler ve onlar, onlar ve biz. Ve biz kimiz ?
Sırtında çantasıyla evine doğru yürüyor. Beyni boş mu dolu mu? Görüyor mu gerçekten yoksa kör mü? Daha ne kadar gideceği uzun yolu var ve bir o kadar da kısa. (Biliyor mu?)
İşte ilkokullular çıkıyor okullarından bağırıyor ve vuruyorlar birbirlerine dostça. Anneler ve babalar arabalarda ve yol kenarlarında. Deliliğin ilk adımları atılır fark edilmeden o yaşlarda.
Bebekler, ne kadar kirli ve masum ve temiz. Gülücükler ve çığlıklar...

Geri döndüm ve buradayım işte. Burada. Ben ve ben. Yol , çok uzak. Yol, çok yakın. Yol uçsuz bucaksız ve Yol, sessiz. Nereye? Nereye yönelmeliyim? Nereden esiyor rüzgar?
Kendi içimden mi yoksa?”

III

“Yola çıktığım zaman alacakaranlıktı. Güneş henüz yükselmeye başlamıştı ufukta. Gözlerim durgun, beynim fırtınalı, bedenim sakindi. Elimde bir votka şişesi, sırtımda çanta, dudaklarımda gülücük ve sigara.
Yürüdüm ve gittim. Gidebileceğim kadar uzağa ve derine ve yüzeye. Gözün alabildiğince maviydi etraf ve bir o kadar da karanlıktı her yanım. Ne kadar zor şeydi Görmek...
Yürüdüm...Ve, yürüdüm...
Sonunda bir dere kenarına geldim. Dere akıyordu, yemyeşildi. Kurbağalar konuşuyorlardı, Kralları ne kadar da gençti? Muhafızlar saldırdılar üzerime. Kaçmadım. Beni tutup Kralın huzuruna çıkardılar. Baktı ve baktım ona. Sustu, hiçbir şey söylemedim. Baktı. Gördü ve gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Asasını kaldırıp hızla yere vurdu üç kez. Muhafızlar geldi ve Kral bana seslendi ;
“Dikkat et, yol zor. Yol uzun ve hep buraya döner o tekerlek !”
Selam verip muhafızlarla birlikte dışarıya çıktım. “Düşünce” verdiler bana hediye olsun diye kabul etmedim, yalnızca teşekkür ettim.
Ve tekrar başladı kısa ama uzun, uzun ama “O” kısa yolculuğum.”

IV

“Yürüdüm ve yürüdüm. Şehirler aştım ve hiç aşık olmadım. Geceler gece, gündüzler gündüzdü, ay ve güneş biraradaydı...
Ayaklarım kumlara battı. Ve hissettim, duydum ve gördüm Onu, o ejderhayı. Kocamandı. Ondört başlı ve oniki ayaklı ve yetmişbeş canlı. Kralıydı ve Kraliçesiydi. Yöneteniydi ve halkıydı bütün bu kum yığınının. Gölgeler arttı, yıldızlar çoğaldı. Güneş ışıldadı ve nefesini hissettim. Gördüm onu, O da beni.
Ona doğru yürüdüm, o bekledi. Tahtı yoktu onun. O taht zaten benimdi. Geceler geçti ve gündüzler geldi. İlkbahar geçti ve ilkbahar geldi. O beni öldürdü ben onu öldürdüm. Kimse kaybetmedi, kimse kazanmadı ve beni bıraktı. Arkamdan el salladı.
Tekrar yürüdüm ve yürüdüm, durdum ve durdum. Öldüm ve dirildim. Dirildim ve öldüm. Durdum ve gördüm, yürüdüm ve hissettim. Hissettim ve anladım. Anladım ve bildim. Bildikçe tekrar ve tekrar başladı o yolculuk. Ama Acı’ya daha gelmedim.”

V

“Kara Ruhların ormanına vardım en sonunda. Ruhlar oradaydı. Beni çadırlarına kabul ettiler, orada uyudum, rüyalar gördüm. Ağladım ve sarhoş oldum. Kalabalıktan korktum ve ruhuma sığındım. Ona sığındıkça “Acı”yı gördüm. Onu gördükçe onu hissettim, hissettikçe ona bağlandım. Ve, o ormanda ilk ve son kez Aşık oldum. Lanetli falan değildi onlar. Aslında bembeyazdılar. Tek yaptıkları düşünmekti. İçerlerdi düşündükçe ve kararırlardı gecede.
O kadar güzeldi ki ormanları, hiç ayrılmak istemedim oradan. Aşk’ım bana aşık oldu. Ben tekrar ve tekrar aşık oldum Ona. Yıldızlar kadar parlaktı O, ve parlak hala. Kimse bilmez ve görmez onu kara ruhlardan başka. Ne olduğunu gördüm acının ne hissettirdiğini ve hissettirebileceğini. Korktum. Aşık oldum ona, milyonlarca kutu boya harcadım ve yapamadım onun resmini. Aşk’ımın...
Oradan ayrılmadan Ona sordum. “Benimle gelecek misin ?” diye. “Hayır” dedi O. “Ayni de olsa yollarımız ve gideceğimiz yer, sen yalnız olmalısın ve ben de öyle”.
Onu öptüm, onu kokladım. Ona bağlandım ve onu kutsadım. Ve yine başladı yolculuğum. Gelecekten geçmişe, geçmişten şimdiye ve şimdiden nereye?...
Kahkahalar sardı ormanı...Onlar kahkahalarla uğurladılar beni. Onlara gülümsedim. Aşk’ım gülümsedi bana, ben ağladım O’na. Tekrar ve tekrar belki de yine tekrar başladı yolculuğum Kara Ruhlar’dan gözlerimin siyahına doğru...”

VI

“Bıraktığım dünyadan ne kadar uzaktayım şimdi? Neredeyim ben ve bildiğim, bildiğimi sandığım, tanıdığım ve tanımaya çalıştığım o küçücük dünya nerede?
Şişeler bitti. Gözlerim karardı ve rüyalarım arttı. Neresiydi gittiğim yer? Kuzey mi, güney mi? Doğu mu, batı mı?
Var mıydı yoksa yok muydu. Ben mi yaratmıştım yoksa yaratılmış mıydı?...
Bir şehre vardım. Her yanım yemyeşildi. İnsanları samimiydi. Başlarında bir Kral vardı. O hep çıplaktı. Halkı kederli, sanatçılarının bir çoğu kibirliydi, pek azı ise mütevazi.
Şehre girdim yirmidördüncü kapıdan ve yürüyerek vardım o ‘Yüce Sanatçıların’ toplandığı Han’a. Birbirleri hakkında hararetle konuşuyorlardı. Onlara baktım önce. Elime bir testi içerisinde oraların en ünlü içkisini tutuşturdular. İçtim ve onları dinledim. Onlara acıdım ve onlara güldüm. Bana sadece baktılar. İçlerinden biri vardı ki…Ona güldüğümü görünce beyazladı ve döküldü saçları, görmez oldu gözleri. Sonra, inkar etti beni ve kendini.
Oradan ayrıldığımda şafak vaktiydi. Halk uyuyordu. Kral uyanıktı, düşmanlar ise uykuda.
Serin rüzgarlar eserdi dağlarından şehrin içerisine doğru. Halk mutsuz, halk düşünmeyi unutmuş. (ve onlar yok olmaya mahkum.)
O yerin olmayan ormanlarında gezinirken aklıma geldi Aşk’ım, parlak ışığım. Dönmek istedim onun olduğu yere. Olmadı. Olamazdı. O zaten yanımdaydı. Yapraklar sararmadan önce ayrıldım oradan. Bıraktım kendimi, kendi pusulama, fırtınanın çağırdığı yere gittim usulca.
Ve geride bıraktım onları daha iyi yok etsinler diye birbirlerini. Güneş doğdu ve erik verdi ağaçlar. Kuşlar cıvıldadı ve gözlerim kararıp açıldı.
Bir adım sonra kapandı kapılar. Hazinem hep içimde saklı, kulağımda onun fısıltıları...”


VII

“ Gözlerimi açtım ve gözlerimi kapadım, kapadım ve tekrar açtım...Karanlık eğildi önümde, ben ona selam verdim. Ve onun kucağına girdim.
Her yanım siyahtı; ellerim, gözlerim, ruhum, duvarlar, duvardaki ışıklar. Yürüdüm, yürüdükçe yürüdüm, aradığımı bulmama ne kalmıştı ki? Kahkaha sesleri duydum ileride. Nereye gidiyordum ki, ne ileriye ne de geriye. Yürüdükçe büyüdüm, büyüdükçe küçüldüm.
O karanlık tünel aldı ve sarmaladı beni. Aşk’ımın fısıltıları dudaklarımda, kalbimde ve ruhumdaydı hep. (Evet ama onlar ne anlarlardı ki?) Tünelin sonundaki ışığa vardım. Orada oturan biri vardı. Kendini “Ben” olarak tanıttı, fakat “Ben” değildi O. O, “O”ydu. Uzun uzun gözlerime baktı. “İn aşağıya, kendinin labirentine, in ve bul, bul bulabilirsen. O labirenti ki zalim ve sessiz, o labirent ki vahşi ve gereksiz. İn ! ve Git !”
Ben de ona baktım uzun bir süre gözlerinin içerisine, anladı ne söylemek istediğimi, elini kaldırdı ve o anda bir kapı açıldı, “Gir” dedi bana emir vermeden yumuşak bir sesle. Ve girdim ben de o parlak ışığın içine. Labirente doğru hızla indim, aşağıya...Arındı gökler ve olgunlaştı meyveler. Aşk’ım, beni bekliyordu. Düşündüğüm ve tek bildiğim de zaten O’ydu...”


VIII

“Gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda etraf yemyeşildi. Yemyeşil çitler uzanıyordu benim önümden sonsuza varıncaya dek. Yürüdüm, sola ve sağa döndüm, yürüdüm ve yürüdüm. Gittikçe gittim. Güneş boğdu beni. Ay doğdu üzerime. Aşk’ım beni çağırdı, ona doğru yürüdüm. Gül bahçeleri gördüm. Her renkten güller vardı orada. Siyah, kırmızı, sarı, beyaz, mor, yeşil...Zakkum ve kaktüs bahçeleri de gördüm. Hiç ses yoktu. Tek işittiğim ses kendi ayak sesimdi.
Gölgeler çıktı önüme, onları alt ettim ellerimle. Geceler geceye karıştı, gündüzlerde gündüze. Acıktım ve susadım. Bir av aradım. Topraktan fışkıran mantarları gördüm ve yedim onları. Konuştum geceyle, Aşkımla konuştum. Bilgeler gördüm. Yanımdan geçtiler birşey söylemeden. Aslanlar gördüm uyurken. Ben. Gittim. Kendime doğru hızla yaklaştım. Gözlerimi gördüm bir gölde. Sesimi işittim bir vadide. Aşk’ımı düşümdüm, O da beni düşündü, duydum sesini ve hissettim O’nu. Tekrar geriye döndüm ve aradım çıkış yolunu, en sonunda buldum. Ben, Ben oldum ve sustum. Kral’ı gördüm. Yaşlar damladı gözlerimden. Elimi tuttu ve yolladı beni yukarıya...Sonsuz maviliğe. Eğildim önünde. Açtım gözlerimi. Ve karardı gözlerim.
Aşk’ımın çağrısına yakındım artık ve bir o kadar da uzak. Sustum ve dinledim onun sesini. Ve uykuya daldım bir ağacın kovuğunda...

IX

“Bulutların kucağında buldum kendimi uyanınca. ‘Oysa yüce bir ağacın kovuğunda olmalıydım’ diye düşündüm. Temiz ve yumuşaktı onlar. Aşk’ımın o güzel sesi beynimde ve kulaklarımdaydı. Birisi geliyordu benim olduğum yere doğru hızlı hızlı yürüyerek. Bana ne kadar da benziyordu gölgesi. Yaklaştı ve yaklaştı. İçime girecek kadar yakınıma geldi. Ve, savaşı başlattı. O, Ben’di. Ya da Ben O’ydum. Kim, kimdi ? Kim olması gerekirdi ki? Bana elleriyle saldırdı, Ben Ona düşüncelerimle karşılık verdim. O karardı gölge oldu. Ben karardım gölge oldum. O, Ben oldu, ve Ben, Ben oldum, O Ben’e dönüştü, Onu kovdum ve yok ettim, Aşk’ımın verdiği güçle. O ağladı, Ben güldüm, O giderken geldiği yere. Bulutlar büyüdü ve renk değiştirdi ülkemin üzerinde gezinirken. Şimşekler çaktı ve yağmur taneleri aktı ayaklarımın altından. Yağmur taneleri bana gülümsedi, gökkuşağı elimi tuttu. Yağmur taneleriyle indim toprağıma, vatanıma. Hiç ıslanmadım, ben zaten sırılsıklamdım. Aşk’ımın hayalini gördüm dağın tepesinde, oraya doğru yol aldım...”

X

“Yürüdüm. Yürüdükçe O’na susadım. Susadıkça hızlandım. Sonunda Aşk’ımın olduğu dağın en üst tepesine vardım. Onu aradım, fakat bulamadım. Uzun bir süre sonra “Ben buradayım” diye seslendi bana. Baktım ve Onu Gördüm. Sordu, “Yolculuğun bitti mi?” “Evet !” dedim. “Gerçekten de bitti mi yolculuğun?” dedi tekrar. Bir süre düşündükten sonra utanarak “Hayır” dedim yumuşak bir sesle. “Hayır bitmedi, zaten o nasıl ve ne zaman biter ki?”
Aşk’ım bana baktı o güzel, gördüğüm ve görebileceğim en güzel gözlerle “Evet” dedi, “O, nasıl ve ne zaman biter ki?”
O’na doğru yürüdüm. “Gel ve dinle, gör ve hisset, yaşa ve bil ve Ol sadece !”
Yanına gittim. Saçları ne kadar da güzeldi. Yüzü gördüğüm tüm perilerden de güzeldi.
Dinledim, gördüm ve hissettim. Ve, sonunda bildim. Hiç yol katetmemiştim, Ben hep olduğum yerdeydim, yol hiç başlamamış ve bitmemişti ya da her şey bunun tam tersiydi...
Sonra yaklaştı bana. Öptü beni dudaklarımdan. “Uyan” dedi, “Uyan, gerçeğe, rüyaya, var olan ve var olmayana uyan.Tanrı’ya ve Tanrısızlığa uyan. Bana ve kendine uyan...Haydi....Uyan...” diye fısıldadı kulağıma o tatlı sesiyle.
Karardı ve yine aydınlandı etraf. Ve, sustum, ve O sustu. Resim değişti. Biz biz olduk. Biz zaten Bizdik. Onlar kimdi ?”

XI

“Güneş henüz yükselmeye başlamıştı. Kapıyı açıp içeriye girdim. Aşk’ım oradaydı...
Yatağın içerisinde doğruldu ve bana baktı.
“Hoş geldin” dedi... “Hoş geldin, yolculuğun nasıldı?”
Gülümsedim sadece. Hiç birşey söylemedim...”

XII

“Yolculuklarımız ne zaman başlar ve ne zaman sona erer ? Bu serüven sona erer mi ki ? Ve, kim bitirebildi ki onu ?
Biz biter miyiz ve O biter mi ? Bir bulmacanın parçası mıyız yoksa ?
Olan ya da olmayan o bulmaca bizim bir parçamız mı?
Aşk’ım kollarını açtı ve ben kendimi Ona bıraktım usulca.....”

-şimdilik...bitti...-


1999 – 2010

© Emre Karahasan

20 Mayıs 2010 Perşembe

Çok Geç

Yapılacak,
yapılabilecek
o kadar çok
şey varken,
herşey için
geç kalmak,
görmemeye çalışıp
yine de farkında
olmak,
sıkıştığının
yarattığın
dünya içerisinde,
daha ne kadar ?
geç.
çok geç. diğer
reenkarnasyona dek.
belki de.


19.05.2010

© Emre Karahasan

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Dumanlar yükselir....

Dumanlar yükselir aynanın içerisinden
Etraf grileşir, bulanıklaşır görüntüler
Duvarlar titrer.

Çok tatsız bir rüya hayat,
Şekilsiz bir piramit benzeri, ve,
Bağırır gözyaşları içerisinde
Tanrıça, yıldızlar
Baş aşağı dönerler.

Hiçbir şey, hiçbir şey anlatmaz çoğu zaman.
Eko yankılanır sadece duvarlarda,
Saat tıkırtıları gözleri acıtır,
Gözler ruha bağlıdır...

Gecenin yamacı nerede?
Gecenin yamacı nerede?

Herşey sessiz ve yerli yerinde görünse de,
Görüntü yanıltıyor geceyi,
Titrek ışıklar uçuşuyorlar
Bilinen ve bilinmeyen dünyanın
Gölgesinde.

Yükseliyor dumanlar aynanın içerisinden,
Bulanıklaşırken görüntüler
Pentagram içerisinde,
Kırmızı şaraptan büyük bir yudum alır,
Etraf gittikçe grileşir,
Titremeye başlar duvarlar
Tanrıça baş aşağı çevirir yıldızları
Anlamsızlık saplanıp kalır,
Aynanın içinden yükselir dumanlar
Dışına doğru odanın,
Gölgeler kalır,
Şarap biter,
Ve söner yıldız,
Tek ses geride kalan,
Ölümsüzlük eşittir,
Sessizlik...


19 Nisan 2010

© Emre Karahasan

şehir...

I

derin bir saçmalık içerisinde ve derinden derine,
umutsuzluk ve boşluk hükmediyor yaşama.
eski günler ne kadar uzakta şimdi?

o kadar aydınlık ki, açamıyorum gözlerimi,

yılların ardından yağdı yağmur yitik ülkeye,
anlaşılmaz akordsuz sesler ve, susuz...
şehir...kanlı...kanıyor...şehir...
erezyona uğruyor toprağım her geçen gün,
yabancılaşıyor kendine,
bulabilmesi için kendini kaç asır geçmeli?

II

garip bir dönem ve ,
garip, parlak ışıklı bir şehir var ileride.
yalansız yalanlar katlediyorlar yalanlarını,
değişiyor el yazması kitaplar,
gözlerimiz ve ruhumuz,
beyin ve bedenimiz,
-iz, -izm, -iz,
Biz miyiz?

kırmızı şarabını boşalttı gece,
gecenin üzerine yayıldı sis ve biz.

uzun ve büyük köprüler var,
altından sular akar. siyah.
uçsuz bucaksız ormanlar,
sis ve insanlar.
yine de gözlerinden yaşlar akar onların,
ve O, “bir yağmurlarsız” gecede
kaybolmuşken ve çıkamamışken
zaten belki de istememişken, yine de,
ağlar O ve kaybeder ve ya unutur
“gözlerini” sokağında, krallığında.
şimdi uzakta,
kaybolmuş bir halde,
y.sokağında

200? – 2010

© Emre Karahasan

17 Nisan 2010 Cumartesi

"Hiç"

ses geliyor ciğerlerimden sigarasızlıktan, gitanes’sızlıktan, fidel’le bir olmuş purosuzluktan.
yağmur delice yağıyor dışarıda, senfonik black metal yada my dying bride sanki(olabilir ikisi de), gök gürültüsü ve yağmur sesi. az önce sesini çekmeye çalıştım yağmurun, eh işte pek olmadı, sonra gidip absolut’a el attım, dört shot arka arkaya, yağmur, gök gürültüsü, sol elimde hayali gitan, yada benson, yada puro son içtiğim romeo y juliet.....

sigarasızlığımının dördüncü, yarı alkolizmimin sanırım onaltıncı, yazıyla saçmalamamın sanırım onyedi yada onsekizinci, fidel’e hayranlığımın sanırım yirmi, hayattan tiksinmemin sanırım yirminci yılı yada yılları, aslında liste gittikçe uzar ama ben bu durumda bunu hatırlayamam ki, hatta bu cümleyi bile neden kurdum onu düşünürken yazıyorum bunları.
gölgeler karıştı karanlığıma ve absoluta...hayat yavaşça silkinip Taner’i* dünyadan aldı. o çoğunu alır. alacak da. herkesi. Ulus**. Kaya***. ben. sen. liste çok uzar. gitti Taner. açık olsun yolu, ki uzun süre kaldı dünya cehenneminde, Ulus daha az, Kaya çok az.

sigarasızlık yada gitanes’sızlıktan ağrıyor ciğerlerim belki de. inat ettim ama, içmeyeceğim, en azından şimdilik.hala dinmedi yağmur.
aslında anlatacak çok şey yok. belki de hiçbirşey yok. unuttuk dinlemeyi geceyi, yağmuru, dinlemeyi fısıltılarını yıldızların, karanlığın ve gecenin...gece öyle bilgedir ki, gece öyle büyülü, kirler gecede arınır ve ulaşır sabaha.

anlattığım “hiç”se, hiçliğin içerisinde ve tekrar eden melodi yada şarkı beynimde, gölgeler ruhumda gezinirken kuzgunlarla, politika yapar aptallar dışarıda, değişecek bir şey yoktur. değişecek insan yoktur. hayat değişir. insanlar değişir ve çelişir.
kör olur görmeyen gözler, week-end’i çeker godard tarih eskidir, Kaya çifteyi karnına dayar, delik açar bedeninde ve ruhunda gülümseme, geceler fısıldar, Giles ağlar, kelimeler yok olur...herşey aptalca ve çok saçma. evet, belki de.

28 Ocak 2010 / 17 Nisan 2010

© Emre Karahasan

* Taner Baybars (1936 Lefkoşa/Kıbrıs – 20 Ocak 2010 Fransa)
** Ulus Baker (1960 Kıbrıs – 2007 İstanbul)
*** Kaya Çanca (27 Ocak 1945 Kıbrıs – 24 Mart 1973 Kıbrıs )

16 Nisan 2010 Cuma

Tv, Uyku, Araba, Son

Tv’yi açtım
kalktıktan hemen sonra.
gölgeme küstüm ben,
gölgem de bana küstü.
Kan ağlarken Bağdat
Ben Ülkeme küstüm.
Akan kanı İzledim
bakamadım sonra.
Tv’yi kapatıp,
Solcu oldum
Teşekkürler ettim Mr.’lara
onlar da bana.
bunca yılda
bir Yılana ve bir de Adaya
sahip olamadım.
ne ayşe’ye ne de şükran’a mail attım.

Tv’yi açtım yine.
Kan sıçradı üzerime.
küstüm, ağladım (üzerimi temizlemedim)
Barış adına şömineyi yakıp bekledim,
kimse gelmedi
Tv’yi kapattım.
çok demokratik eylemlere katılıp
çiçek çiçek çelenk alıp verdim, siyah, mor, beyaz....
demokrasiyle Oynamayanları
Fabrika önünde deliler gibi alkışladım.
Bağırdı(m)-mıştım.

Ateşkes dedik birbirimize
hiçbiriyle barışmadım,
hatta sınır bile çizdik
Yeşil kalemle üstümüze
parça parça, yarım yarım olduk.

Tv’yi açtım.
Ölü bir Çocuk Gördüm.
Tv’yi Kapadım
Solcu olmaktan bıktım.
çünkü çok ilerideler hepsi. Çok ! (onları kıskandım yetişemediğim için)
kimseye para için teşekkür edip ben
en solcuyum imajı vermedim,
zaten
darılmasınlar diye vermek istemedim
her şey meydandaydı işte. değildim.

Uyanıp uyudum. Sonra,
Tv’yi açtım.
Karanlıkta Aydınlanan
Talan edilmiş Şehir gibi birşey gördüm.
hem, orada Ölüyormuş İnsanlar dedi
bay/bayan spiker(ler)
Tv’yi kapadım.
Dışarıda, sokakta sordum
neden burada kılıç canlı kalkan oynayan
yok diye gördüğüm ilk kişiye
“napalım yahu, aha bizda barış isterik ya!” dedi.
dedi. O. O yani. Onlar da belki.
Yeni düzeni kuracağını zanneden Nisan zebanileri
ve arkadaşları, yani onlar olabilir işte, belki.

Uyuyup Uyandım.
sokak düşünden sonra,
Uygar ülkeler gökten metaller atarken
Çocuk ve kadınların üzerine
yorulup ben.

Uyandım uyuyup
Tv’yi kucağıma aldım.
fişini çektikten sonra
(priz kapalıydı bu arada!)
onu,
Yola Attım.
hızla gelen bir araba onu ezdi.
Rahatladım.
şimdilik. gibi.

08.04.03 – nisan 2010

© Emre Karahasan

22 Mart 2010 Pazartesi

Hayat'a...

karanlıktı oyuna başladığımız
an ve zaman. kimsesiz ve yalnızdık
şarkılar söylerken hayat
kendi kendine,
sadece kendi sesini işitir,
ne duyar ne de görür
bizleri, ya da kendi dışındakileri.
o, cazibeli ve küstah
yalancı ve güzel,
boyun eğmez ve kendinden başkasının
şarkısını dinlemez...

tek tek gelir ruhlar,
onun cazibesine kapılıp
oyunlar oynamak ve
şarkılar söylemek için.
o takdir etmez hiçbirini,
ne oyunları , ne oyuncuları
ve ne de okunan şarkıları...
kendi içlerine haps eder onları
ardından yok eder
hiç farkında olmadan ve
aldığı zevkin farkına varmadan...

karanlığa doğarız biz.
ve biz kimsesiz...

gizli ve garip hayallerin
peşinde koşarız.
kan ağlar döl yatakları
ruh belirir ve yaşama dönüşür
hayata akar kan,
kan azalır ve yardım etmez o cazibeli fahişe
onun yasası yoktur
var gibi görünse de...

ve, hissederim ben acıyı ruhumda
benden de ötedir O,
ruhunda ve bedenindedir isyan
ve bitmeyen acı....(o’nun ona yaptığı)

nice geceler gündüzlere karışır
gündüzlerse geceye,
ay, yıldızlara,
sonbahar ilkbahara ve kışa.
hep ayni melodiyi söyler durur
kör, sağır,ve dilsiz...
ne yüce bir oyundur o,
oyun içerisinde bir oyun,
komedya içerisindeki
tragedya...

ve oyun başladı karanlığın
sisli ve loş aydınlığında
geride birkaç çığlık kaldı,
ağlayış ve kahkaha.

gizemli sessiz yalancı
söylerken kendi şarkısını
aşağıladı kendi kendisini
farkında dahi olmadan.

karanlık bir oyuna açılır
tüm perdelerimiz.
gözyaşlarımız yetersiz,
o, bir şey veremeyecek kadar
cimri ve kendini beğenmiş,
ve çaresiz...

şarkım ve şarkımız
aşacak onun şarkısının sesini
ve onun yerine geçeceğiz biz...


2000 – 2010

© Emre Karahasan

11 Mart 2010 Perşembe

Terra Incognita

Görmüyor gözlerim,
Ellerim çok uzakta, ve
Ruhum acıda.
O, ki beni sardı ve çevreledi,
Bana aşık oldu ve beni istedi,
Kurtulmam gerekirdi ondan,
Ama olmadı, bırakmadı.
Bana sahip oldu ve,
Acımadı...

Önce ruhum,
Sonra da ben gördüm onu.
Kaybolduk biz
Kendi sonsuzluğumuzun labirentinde,
Orası karanlık ve sisli, fakat
Aydınlık ve kirli.
Uzaklaşıyor benden,
Saklanıyor derinlere indikçe
Geçmişin gölgesinde.

Acıyı gören ve konuşmayan
Yüzeyde kalmayıp
Derinlere doğru battıkça batan
Gizli Krallığını arayan
O...

Krallığın duvarları yok
Yıkılmış ve tahrip edilmiş,
Yaşamın tükettiği
Ve, hayatın hükmettiği...

Saygısız ve renksiz,
Fırtınaların kucağında.

Çok uzak ve,
Henüz keşfedilmemiş...
Sadece alır O,
Ne alabilirse.
Saygısı yoktur onun
Ne kendine,
Ne de bizlere...

199?-2010
© Emre Karahasan

9 Mart 2010 Salı

Renkli bir Rüyayı Görüyordu Gece

Renkli bir rüyayı görüyordu gece,
İstila ederken her şeyi ve herkesi,
Silahlar patlayıp sirenler çalıyordu
Israrla geceye ve insan-cıklara inat,
Sessizdik oysa, sessizdik biz,
Sürüler halinde uçuşan, sürüler halinde güdülen,
Sürüler halinde yok olan ve sürüler halinde ölen,
Garip, bilinçsiz, farklı, eşsiz ve benzersiz bir
Elmas kadar kibirsiz ve kimsesizdik ve biz,
Biz her şeyi bilirken, bilirdik, yalanımız yoktu,
Yalanlar tahttakilere mahsustu, taht
Gerisindekiler çıkarcı, korkak, uyum sağlayan,
Yumuşak başlı, minik dev olma yolunda giderken,
Tökezleyip düşen, zavallılar mıydı?
Öyleydi elbette.

Geceyi yine rüzgar aldı,
Geceyi, bulut aldı,
Geceyi, yağmur aldı,
Geceyi krallar söküp aldılar
Bağrından koparıp aydınlığın,
Labirentlerimiz hiç olamadı, her şey,
Gül bahçesinde yaşanmıştı oysa orası
‘Bataklıktı’, gece güzeldi, yıldırımlar yağdı.
Korkular zincirlerinden kurtulup
Salıverildiler geceye ait olanlara,
Öyle bir gerçektir ki bu, idrak edilemez
Olup olmadığı, ve neden var olup neden
Yok olmadığı....

Bana krallar gösterin çıplak olmayan,
Bana hayatlar gösterin yok olmayan,
Bana, Ben’ler gösterin hiç var olmayan,
Bana, ruhlar gösterin kanamayan,
Bana, ölümsüzler gösterin, ölmemiş olan,
Bana, hiçliği gösterin,
Bana zavallılığı ve iki yüzlülüğü gösterin,
Hala bilinçsizce yaşanan !

Öldü tüm ölümsüz sayılan ve adları anılmayanlar, ve olmayanlar,
Öldüm ben, sen ve o, şimdiden önce bir geride.
Kan ağlıyor mu Kanlı Dere içinde biriken beyaz tortularla
Birlikte?
Bir pazar,
Doğanın kanı akar, spor adına.
Ve Masumların kanı akar
Özgürlük adında, parantez içinde Petrol adına.
Ve asla yükselmeyecek buradan haykırışlar,
-izleyecek ve susacak ve şükran ve şükran ve şükran.-
Öylesine basit,
Öylesine vurdum duymaz,
Öylesine kirli,
Öylesine huzursuz ve renksiz,
Öylesine küçük,
Öylesine sınırlı,
Öylesine geçmiş,
Öylesine geçkin ve korku dolu
Yaşamlar yaşanıyor ki,
En karmaşık ve karanlık hikayeler dahi
Aydınlatamayacak engin aydınlığı.

Olması gerektiği için olursa eğer her şey,
Ve olması gerektiği zamanda,
Ve zaman uçup gidiyor ve baka kalıyorsak ardından,
Ve yaşlar içimize akıyorsa, ve,
Bekliyorsa garip renksiz geceler silahla,
Ve korkuyorsan kaybetmeyi yıldızını,
Ve, ve, ve diye sıralanıyorsa eğer, eğerler,
Zamanı gelmiştir,
Ya bağırmanın ya da susmanın.

Ruhlarımızla birleşti karanlık gölgeler,
Esir aldı yaşamlarımızı ıslak geceler,
Cıvıltıları kuşların,
Egzoz kokusu arabaların.
Denizde çırpınan bir lüfer ya da çipura,
Açlıktan inleyen bir çocuk Afganistan’da, Irak’ta veya Etiyopya‘da,
İntihar eden kediler,
Krallara başkaldıramayan gereksiz zavallılar.

Tümü, bir gecede oldu.
Tümü, yıllardır yaşanıyordu.
Şiir bitmeyecekti fakat,
Bitirmek yine lanet bir zorunluluktu,
Fakat,
Gördüm, gördük biz,
Renkli bir rüyayı yaşıyordu gece,
Mutluydu,
Ve o eşsiz gece,
İstila etti tüm sokak ve yaşamları,
Yine de. Belki de malesef,
Şerefsizce...

11.11.01 - 05.4.03
© Emre Karahasan

26 Şubat 2010 Cuma

Var olmayan bir şehre ağıt...

I.

Eline gazeteyi alıp büyük puntolarla yazılmış haberi okudu;
“Kırmızı kirli kelebek kendi kendinin kanatlarını kesti !...”
“Bir intihar daha” dedi gazeteyi koltuğun kenarına bırakırken. “Bir intihar daha...” Sessizlik... “Kirlenmiş kırmızı kelebek ve yok olan varlığı ya da hiç değişmeyen bir nehir. Kırmızı bir nehir. Kendini kendine haps etmiş. Yabancı gözler ve görmez gözler.... Aptalca ne yazık ki !”

II.
Güneş gözlerimde batmaya çalışıyordu ben çağırırken geceyi usulca. Ah, gece!
Tüm gerçeğin tamamiyle göründüğü ve yaşandığı o gizemli karanlık. Batarken gözlerimde güneş, o asilliğiyle kaplıyordu her yanı.
Sokaklar bir başka güzeldi o vakit. Bir başka kokarlardı ve bomboştular aslında hep oldukları ya da hiç olmadıkları gibi.
Gece ilerledi...Bir an önce onlarla olmak için kapıyı açıp adımımı attım dışarıya doğru.
Yine sakindi sokak. “Keşke biraz serin bir esinti çıksa” diye söylendim kendi kendime, kendi içimden. Bir süre yürüdükten sonra birkaç köpek tehdit ettiler beni gözleri ve dişleriyle loş bir sokağın köşe başına. Gülümsedim onlara, onlar benimdi, bana aittiler, kızmadan ve korkmadan yaklaştım yanlarına , seslenmediler bir kez daha, utandılar bana yaptıklarından.
Daracık sokaklara girdim, o eski, o harap, o kimsesiz kalmış ve kokusu değişen sokakları ziyaret ettim burkularak yüreğim. Böyle miydi ki bundan en fazla altı yıl önce buraları? Bunu nasıl ve neden yarattı ki yaratanlar?...
Çocukluğun, gençliğin ve yaşamın eriyip gittiği gibi bu sokaklar da yitip gitmişlerdi işte.
Gelişirdi insan çocukluktan gençliğe, gençlikten de yaşlılığa geçerken, kendi kendini yenilerdi bedenini yenileyemese bile. Oysa bu sokaklar geriledikçe geriledi ve yokluğun başlangıcında durmaktaydılar işte. Titrek, ağlamaklı, unutulmuşluğun kederi ve bu günün nefretiyle duruyorlar ya da durmaya çalışıyorlar ayakta.
Ağustos böcekleri durmadan bağırıyorlardı, yasemin kokularının yerini ter kokuları almıştı şimdi. Kendimizden o kadar uzaktaydık ki ne sokak beni tanıyabiliyordu ne de ben onu. Küs, tedirgin ve yabancıydık bir birimize...
Bir süre ilerledikten sonra önce sağa sonra sola dönüp boş sokağın ortasında durdum. Zaten bir arabayı dahi zor sığan bir yerdi. İleriden bağrışma sesleri geliyordu. Durdum bir sigara yaktım önce ve seslerin geldiği yere doğru ilerledim. Bir adam karısına bağırıp duruyor ve bir yerlere vuruyordu. Sokak sessizdi, onun sesi buraya ait değildi. Yürüdüm ve tekrar başka bir sokağa saptım, o dar sokak karton kutular, gazete parçaları, yemek ve çöp artıklarıyla doluydu. Kendimden ve sokaktan utanarak oradan uzaklaştım. O da benden, öyle oluşundan utanmıştı, biliyorum, hissetmiştim...
Şehir intihar etmeye çalışıyordu ben oradayken. Karı koca bağırışları, sokak köpeklerinin çöp bulma ve yemek savaşları, kedilerin çılgınca bir arabanın altında kalıp kalmayacaklarını test ettikleri caddeler. Karton kutuların üzerinde yatan işçiler, durmadan yükselen betonlar, yok edilen ve hiç olmayan yeşil alanlar ya da ağaçlar, dikenli teller, kapıların önlerindeki ayakkabılar, dallarında ve asıldıkları yerde yıllar önce kurumuş yaseminler, ölüme direnen birkaç yaşlı, geçmişin uğultusu, sıcak ve nem, küskün ve zavallı bir şehir, kırık bira şişeleri, arabaların sokak aralarında ve caddelerde yaptıkları hız denemeleri, gözyaşları, belirsizlik, kirlenmişlik,sokaklardaki tükürük izleri, bir yanıp bir yanmayan sokak lambaları, kirli kırmızı kelebekler, anlamsız bakan gözler, tekrar yaşanmayacak olan geçmiş ve insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, kilitli kapılar ve değişmeyen sabit düşünceler, kanatları kesik kırmızı kelebekler, şehirden de daha kayıp bir gençlik,şimdinin ortaçağı, suskunluk, tekrar ölmeden önceki son dansı ölü şehrin.....

III.

Ne olduğuna aldırmadan (aldırmamaya çalışarak) geriye döndüm çıktığıma kızarak ve lanet ederek. Ayni ölü şehrin yalancı yaşamına geri döndüm. Parlaktı ve yaşar gibiydi hâlâ, oysa farkına dahi değildi var olmadığının. Belki de o ayniydi, komaya giren ve ya ölü olan bendim (/bizdik).
Eve girdim, üzerimi değiştikten ve arınmaya çalıştıktan sonra tekrar dışarıya bu kez balkona çıkıp oturdum. Geceyi ve yaşamı yaşamaya, hissetmeye çalıştım, kendimi zorlayarak ve başarmaya çalışarak. Ay büyüdü ve kanadı yıldızlarla birlikte tüm şehrin üzerine. Kanadı şehir, kanadı parlak ışıklar ve kanatlarını kesti kelebekler yeniden ve düştüler şehrin üzerine. Şehir hazırdı intihar etmeye...
Ben onun intiharına katılmasam da, ben, ben olacak mıydım artık?

IV.

Kırmızı kirli kelebekler, kendi kanatlarını kestiler kör karanlığın kirli kırmızılığında.
Şehir az önce kendi damarlarını kesti....
Kanadı; iplerinde solan yaseminler, soluk sokak lambaları, uykuya daldı uyuyan insanlar haberleri dahi olmadı tüm bu olanlardan.
Ben kaldım oturduğum yerde. Ben onlar gibi yapmadım. Ne uyudum, ne intihar ettim, sadece gördüm ve yaşadım.
İntihar etmeme gerek yoktu zaten. Ben en büyüğünü ve bitmeyenini yapmıştım bir kez, ve artık geriye dönemezdim. İlk intiharım ‘doğmak’ diğeri ise ‘Görmek’ olmuştu. Ötede ne vardı ki?

V.

Gözlerime bu kez güneş doğdu.
Ölü şehir....
İntihar edip ölen şehir tekrar canlandı tekrar bir intiharı yaşamak ve kesmek için kendi damarlarını.
Ne kadar sürdürecekti ki bu trajediyi ?
Olmayan nehirler aktı, kurudu olmayan bataklıklar ve devrildi yüzlerce yıllık bir çınar.....
Güneş doğdu gözlerime, ben acı çeken geceyi uğurlarken. Gitti ve geleceğine dair bana söz verdi. Burada tekrar buluşmak için sözleştik ve ben beynimden silmeye çalışarak tüm gördüklerimi ve hissettiğim acıyı, içeriye geçip güneşin doğuşuyla birlikte gözlerimi aydınlığa kapadım usulca...

“Kanatlarını kesti kırmızı kelebek, kendi kanıyla kanattı kör karanlığın kirli kırmızılığında kendi bedenini...”

1999-2000-2005-2010

© Emre Karahasan

22 Şubat 2010 Pazartesi

Karanlık Orman

G....nin anısına...

Bölüm I

“Uçsuz bucaksız bir orman var ağaçlar...Ağaçlar...Çam ağaçları, yabani otlar, ama daha çok, hayır en çok yeşil, yemyeşil ağaçlar. Etrafta kurtlar var ama ben onları göremiyorum, kurtlar, asil görünüşlü kurtlar. Varlıklarını hissediyorum, bana bakıyorlar fakat göremiyorum, biliyorum, gerçekten biliyorum, bilmek onu değiştirmez, biliyorum, o orada, oradaydı, hala orada.
Gözlerimden yaşlar damlıyor. Gözlerim kanıyor “onun” gibi, şişiyor, gözlerimi sanki kurtçuklar yiyor. Hava kapalı, aydınlık, sis, gece. Göremiyorum ve sonra işte o, sadece, orman, orman, orman, sonsuz bir yeşillik, cennet orası, cehennem de öyle. Sonsuz bir cennetin içerisinde artık sorunsuz ve sonsuz bir başlangıç ve ya son. Fakat ormanın sonu yok sanki. Göremiyorum, o ve sonsuz orman tıpkı kurtlar gibi, varlığını hissediyorum, onu göremiyorum. İstiyorum fakat olmuyor bir türlü. Olmuyor, olmuyor, hayır. Olmuyor !”

“ Orası çok sıcaktı. Üniversite çok kalabalıktı, oradan hiç ama hiç hoşlanmadım. Kimseyle, aslında bir kaç öğrencim dışında kimseyle konuşamadım, istemedim, onlar vardılar fakat yoktular. Çok sıcaktı. Kalabalıktan nefret ederim, kalabalık, insanlar, hasta eder beni, ben zaten biraz hastayım. Hastalığımı bıraktım. Bilmek istemiyor ve bilmiyorum, neyi bilmeliydim. Beni seven kim var ki, bilmiyorum, haksızlık. Kalabalık, sıcak....artık çok uzak....Evet artık çok uzak, aslında artık hiçbir şey hiçbir yer uzak değil. Çok, çok...söyleyemem. Hiç söylemedim. Şimdi de söyleyemem. Kendimi affetmeliyim. Affetmeliyim...Affetmeliyim...”


Bölüm II

“ Yine, tekrar ve tekrar tıpkı bozuk bir plak ya da Cd gibi, tekrar ve tekrar ayni sahne, ayni sahne, ayni sahne tekrarlanıp duruyor. Orman, ağaçlar, sonsuz yeşillik. Fakat bu kez ona seslenmeyi başardım. Evet gerçekten başardım. Onun adını, bana fısıldadığını sandığım ismini söyledim, sessizlik rüzgara karıştı, uğultusu rüzgarın beni alıp içime götürdü, ne ağaçlar ve o, ne başka bir şey. Rüzgar o kadar güçlüydü ki, onu anlatamam. Çocukluğum geri geldi rüzgarla birlikte ve aniden oradan kopup geri ormana döndüm. Bilmiyorum. Benden ne istediğini bilmiyorum, gerçekten. Onu hiç ama hiç tanımadım, tanımak isteyip istemeyeceğimi de bilmiyorum, fakat onun acısını hissettim, hissediyorum. İlginç değil mi? Hayatın kendisi belki de, hayat, sonsuz bir orman gibi sanki. Sayılamayacak kadar ağaç ve bitki ve duygular mı ?
Onu göremiyorum. Oralarda bir yerde olduğunu çok iyi biliyorum. Olmuyor.
Artık bırakıyorum.”

“ O cehennemden ayrıldıktan sonra, neler oldu tam olarak hatırlamıyorum. Aslında bölük pörçük, rastlantısal, bilmiyorum işte. Hastalığımın arttığı dönemlerdi onlar. Bir yerlere doğru sürükleniyor gibi hissediyordum. Aslında tamamiyle öyleydi, gidiyordum. Bilinçsiz bir bilinçle. Ve, gittim...”


Bölüm III

“ Psikoloğumu değiştim geçen günlerde. Bana bir yararı olmamıştı. Ne bekliyordum ondan ve benden, onu da bilmiyorum ama yaptım. Görüntüler devam ediyor. Bazen korkuyorum. Nedensiz belki, korkuyorum işte. Küçükken olduğum gibi karanlıktan tekrar korkmaya başladım. Karanlıktayken içimi korkunç bir sıkıntı kaplıyor. Garip sesler duyuyorum. Yarın randevum var. Göreceğiz...”

“ Oradan neden korkup kaçtım ve neden çılgınlar gibi koşup durdum ve oraya gittim hiç düşünmedim. Onu orada beklemeliydim. Beklemedim. Bekleyemedim...”

“ Hep ayni şeyler. Ayni konuşma ve telkinler, seanslar, görüntüler artıyor. Görmek istemediğimi halde görüyorum. Korkularım arttı. Şimdi ne yapmalı ve nereye gitmeliyim? Bıktım. “

“Onu aradım sonra. ‘Bekle, gelip seni alacağım.’ Dedi, biraz bekledim, gittim, oraya....”


Bölüm IV

“ Muhteşem bir orman beni içine çekti. Onun büyüsüyle ilerledim, gidebileceğim, düşüp kalacağım yere kadar. Muhteşemdi. İnsanlar, insan sesleri, insan görüntüleri, kokuları, aptallıkları yoktu. Herşey saftı. Herşey oradaydı. Aradığım herşey. Görmek istemediğim şeyler yoktu orada. Bir süre sonra toprağa oturup kuşların konuşmalarını dinledim, ağaçların hışırtısını. Hava oldukça soğuktu. Birden orman küçüldü sanki ve ben oradan çıkmalıydım. Geldiğim yoldan yine koşarak kasabaya geri döndüm.”

“ Sıcak bir çay içtim ve küveti suyla doldurup içine uzandım. Saçma sapan telkinlerden, doktorlardan çok sıkıldım. Gerçekten görmek istemiyorum artık, gözlerimi kapayıp uyuyunca, herşey yine orada.”

“ Kar yağmaya başlamıştı, incecik damlalar halinde dans ediyorlardı etrafımda. Sokaklarda sanki insan kalmamış gibiydi, ne güzeldi.
Şimdi gitmem gereken yer neresiydi ki ?”

“ O sanki önümden geçti az önce. Yoktu ama vardı sanki. Pencerenin dışında bir yerlerde.”

“ Kar evlerin camlarına dokunuyordu. Herşey bir anda ne kadar da hoş görünüyordu.”


Bölüm V

“ İlk kez bu kadar yüksek sesle ismimi fısıldadığını duydum. Buradan geçiyordu sanki. O kadar korunmasızdı ki sanki bir yerin ismini söyledi fakat anlayamadım, çok hızlı konuşuyordu, belli ki titriyordu.”

“ Hava çok soğuk bu gece. Arada sırada yağıp duran karın etkisiyle ve onun soğuğuyla, önce içimi bir ürperti kapladı, sanki titriyordum, ellerim donar gibi oldu, evet titriyordum, yüksek sesle bir şarkı söylemeye başladım, sonra vazgeçtim, sonra yeniden, daha yüksesk, içimi ve donmaya çalışan bedenimi korumak için hızlı hızlı şarkı söylüyor, söyleniyordum...Sanırım...”

“ Bana yardım et, lütfen...
Yardım edebilecek misin, geç kalma,
Lütfen,
Geç kalma, artık çok
Geç...”

“ Neredeydim hatırlamıyorum, oraya girdim, param çok azdı, sabahı beklemeliydim, belki polis ? Hayır onlara gidemezdim, gidemeyecek kadar gururluyum işte.”


Bölüm VI

“ Soğuk gecenin soğuk güneşi doğdu gözlerime. Gözlerim yaş içerisindeydi. Sanki ellerim donmuştu ve sanki sarhoştum.”

“ Orada çok ucuza içki bulup içtim. Masanın üzerinde uyandım. İğrençti, kendimden tiksindim. Üzüldüm, üzülmüştüm. Gereksiz bir saçmalık, inat, gurur, palavra !”

“ Çok yorgunum ve bu gün dışarıya çıkmayacağım.”

“ Çok ama çok bitkin bir durumdayım, onu aramalı mıyım?”

“Arayıp gelmeyeceğimi söylemeliyim.”

“Arayıp oraya gitmek istediğimi söylemeliyim.”

“Şimdi !”

“Yapabilecek miyim, beni durduran nedir ?”

“ Evet işte !”

“ Evet...”


Bölüm VII

“ Söyledim...”

“Evet söyledim.”

“Sanki ne değişecekti ki...ne değişecekti ki ?”

“Belki yeniden aramız düzelebilirdi, bilmiyorum, aslında biraz ürküyorum, artık yavaşça birşeylerin sonuna yaklaştığımı hissediyorum, korkunç mu? Hayır, kesinlikle hayır.”

“ Evet değişecekti, saçmalıklardan kurtulacaktım. Fakat, başka şeyler daha vardı sanki, hissettiğim, hissettiğimi sandığım. Ne olduğunu tam söyleyemem, biliyorum ama bilmiyorum işte. Hızla, hızla bir sona doğru gitmekteydim. Mum hızla eriyordu, akan nehirle sürüklenen minik taşlar sonunda denize ulaşıyordu, deniz görünmüştü...”

“Hiçbir şey değişmedi ve ben son kez kaçtım. Belki de ben, garip bir yaşam kırıntısının, geriye kalan ıslak, hüzünlü ve içerisinde huzuru bir türlü barındırmayan ilginç bir şekilde tekrarlanan ya da olmayan, yaşadığını, yaşadığımı sanan bir, bir, bir şeydim işte. Zaten ‘bir ceza’ ya da ‘tanrısal bir ceza’ya inanmıyorum, öyle birşeyin olmadığını şimdi biliyorum, herşey olması gerektiği zaman ve yerde olur, yani meydana gelir. Şu anda belirgin birşey değil benim için ama belki onlar da bizlerin seçimidir?”


Bölüm VIII

“ Bunu ben mi seçmiştim? Ben mi? Ben bir deli miyim? Bu benim seçimim miydi?”

“ Evet, seçim benimdi.”

“ Bilmiyorum, belki de, evet seçim benimdi.”

“ Ve, son kez seçimimi yapıp gittim.”

“ Ve bunun sonuçlarının ne olduğunu görmeye başladım. Artık anlıyorum.”

“ Seçim...Sonucunu tam kestiremesem de. Oldu.”

“ Biliyorum...artık...kesinlikle...Onu, gördüm.”


Bölüm IX

“ Ölümden bahsetmek hoş değil birçok yaşayan ve kendilerine ‘insan’ adını veren vahşi canlılar için. Ona inanmamaya çalıştım uzun bir süre. Gerçek olmadığını varsaydım. Fakat, bir çoğunuzda bilirsiniz ki, o ne yazık ki gerçek !
İnanmam zor olmadı benim. Daha çok zorunda kaldım, dış ve iç etkenlerden dolayı. Benim gibi olmasa bile siz de göreceksiniz onu. Soğuk ormanlar, soğuk ve sık ormanlar, karlı ormanlar, üzerinde helikopterin defalarca gezdiği ve aradığı şeyi göremediği.
Ölüm! Yine O!..Tıpkı doğum gibi. Bir süre hiçbir şey hatırlamıyorsunuz.
Ölüm.
İşte. O.”

“ Onu gördüm. Aslında tek istediği şey yardımdı. Ona yardım edemedim. Edemezdim de. O çoktan gitmişti. Gitmiş ve bulunmuştu galiba ama her nedense geri gelmişti, bilinçsizce. Gördüğüm O’ydu. Bildiğim. Ben, O. Şimdi yardım isteyerek tekrar bir şans elde edebileceğini düşünüyor belki, ya da yaptıklarını ya da hatalarını haklı çıkarmaya çalışıyor/(du) belki.
Yine de, o beni korkuttu önce fakat sonra, hayır, hatta ona alıştım, ilginç de olsa ,evet, öyle.”


Bölüm X

“ Evet. O. İlginç. Alışmıştım.”

“ Artık çok üzgünüm, ona yardım edemedim.”

“ Yardıma ihtiyacım vardı. Fakat, ben, kendime yardım edemedim.”

“ Buna alışmam zor olacak, ne yazık ki.”

“ Anlatmalıyım.”

“ Anlatmalısın, inanmasalar da bunu duymalılar.”


Bölüm XI

“ Onunla tanıştım. Onunla tanışmam benim bu dünyadan ayrlımam demekti ve bu gerçekleşti. Önceleri ne olduğunu bilemedim. Kavrayamadım. Fakat, gerçek eğer var ise, ki benim durumum bu sanırım, Ben gerçeğim. Ben gerçektim.(hala öyleyim)
Artık bu dünyada değilim. Ben, ‘Ben’liğimi yitirip, görünmez oldum, O’na gittim. Rüyalarına girdim. Onu korkuttum belki de, bana yardımcı olmasını istedim. İstediğim tek şey kendimden nefret etmememi sağlamasıydı bir şekilde. Sanırım başardı, doktorları, psikologları, ona deli derken o aldırmadı. Onu neden seçtiğimi tam olarak bende bilmiyorum. Fakat onda olan birşey beni çekti. Sanırım bu, evet, bana inanmasıydı.
Bir hayalete kaçınız inanırsınız ki? Kaçınız hiç görmediğiniz bir adamın sesini beyninizde duyduğunuzda onu anlamak istersiniz ve kaçınız ona ve bana inanırsınız ki ?
Kaçınız kalbi yaralı, ruhu yaralı, eski bir üniversite öğretim üyesi olan umutsuz bir alkoliği reddetmeden önce anlamaya çalışır ki?
İşte onu ben bundan dolayı seçtim. Onu istemeden de olsa korkuttum, üzgünüm fakat ona benim cansız bedenimin nerede ve ne halde olduğunu söyledim. Evet sonunda, hep kaçan ben, sonunda bulundum. Bulunmam hiçbir şeye yaramadı çünkü yırtıcı hayvanlar ve hava şartlarından dolayı tanınmaz haldeydim. İmdadıma son kez de olsa teknoloji yetişti. Bulunan cansız bedenimin benim olduğu ancak DNA testinden sonra onaylandı. Evet, artık ben kurtulmuştum. Acılarımdan, alkolizmden, insanlardan aslında o bedenden.
Bana yardım eden o ‘bayan’ oldu. O artık rahat olacak ve ben de öyle. Ölümlü bedenim çoktan çürümüştü soğuk ormanın içersinde bir bank üzerinde, yerde de iki-üç şişe vodka vardı, yolculuk öncesi içindi. O zaman bilmiyordum. Artık biliyorum.
Reddettiğimiz ve inanmadığımız birçok şey, bir çok şey...Neyse...Herkes bunu görecek...Görmek uzun zaman alsa da.
Artık rahatım. Size iyi geceler! Oysa,
Güneş, hiç batmayacak olan güneş, benim için henüz doğdu....
Onu bekletemem......”

31 Temmuz - 14 Ağustos
2000-2004
22 Şubat 2010

© Emre Karahasan

17 Şubat 2010 Çarşamba

O

“Gelin, yanıma oturun.” dedi, elindeki tütünü sigara kağıdına sararken. Yüzünde gülümseme vardı, nedensiz. Öyle içmiştik ki, midemde sadece Absolut vardı sanki. Parmaklarımın ucu yanıyordu bas gitardın tellerine dokunmaktan ve sesi geliyordu denizin, usulca şarkı söylüyordu sanki.
Önümüzden iki polis geçmişti sadece bakarak ve kendi aralarında konuşarak, biri diğerine bu gece gördüğü bir kızın göğüslerini veya kıçını anlatıyordu sanırım, unuttum şimdi.
Sigarayı muntazam bir şekilde sarıp yaktı, o.
O, ilginç bir adamdı. Esrarengizdi. Deliydi ama bilge değildi, biraz esrarkeş biraz da alkolikti. Yaşadığını duymuştum, ama şimdi nerede bilmiyorum, o Pink Floyd’u defalarca canlı izleyenlerdendi. Ona göre saçları “doğan güneşi” sembolize ederdi, Southern Comfort ve birayı birlikte içer, geğirir ve bize dönüp “sizi onların ilk çıktığı barda çakaracağım, herifi tanıyorum” derdi. Hiç inanmadık, sadece güldük kalbini kırmadan o delinin, bizler rock çalan düzen karşıtlarıydık, Floyd’u severdik ve bir ilahtı Hendrix ve Morrison...
Güler ve içerdik, o zamanlar hayat öyle güzel ve hızla akıp giderdi ki...

Sigarayı sarıp uzattı polisler geçtikten sonra. Uzanıp aldım, tadı farklıydı, “evet” dedi “içine biraz da zihin açıcı koydum” ardından gülümsedi ve asıldık sigaraya.
Gecenin sessizliğinde dans edip durdu sigaranın dumanı. Hava nemliydi, deniz sessizdi. Kelimeler gereksiz ve daha çok vardı doğuşuna güneşin. Polisler bu defa karşı kaldırımdan geçmişlerdi bize selam vererek. Gitme vakti gelmişti.
Bar o gece çok kalabalıktı, temmuz veya ağustosdu, yine de bir hüzün hissi vardı sanki.
Turun ardından bitti sigara. Denizden gelen ılık serin bir rüzgar yüzüme vurmuştu.
Yaşam öyle güzeldi ki fakat ölüm de güzel görünüyordu.
Bir süre konuşmayıp zihin açıcının patlamalarını duyduk Southern’in ve Absolut’un ardına...Sustuk...
Deniz ve gece çağırıyordu.
Yavaşça ayağa kalkıp kotumun cebinden bir gitanes çıkarıp yaktım ayağa kalkarken onlar.
Denizin sesi kulağımda arabaya doğru yürüdük.
Ve sonra,
evdeydim...

17.02.2010

© Emre Karahasan

1 Şubat 2010 Pazartesi

Biz ve Müzik

Aslında, hiç önemi yok
Kaç kişi olduğumuzun.
Onlar vardı ve biz de vardık.
Sonuçta vardık yani.
Bir şehirden, diğer yok olmuş
Şehre doğru yol alıyorduk.
Mesafe kısaydı belki,
Ama hayatlarımız da öyleydi.

Konuya,
Hayatlarımızdan bahsederek başladık,
Sonra,
Ölüm ve yaşamdan,
Bombalardan ve kandan,
Gerçek ve yalandan,
Geceden ve zavallı
Ateşler içerisinde
Debelenip duran memleketten bahsettik.
O kadar huzur vericiydi ki,
Onlar, yani müzik,
Kimse kimseyi kırmadı ilk kez,
Kimse nefret etmedi birbirinden.
Parasızlığı da düşünemedi,
Ya da ısrarla bitmeye çalışan benzini.

Sıcacık gecenin,
O ağır nemli havasında
Yol alıyorduk.
Kaç kişiydik? Belki
Binlerce, milyonlarca, belki de
Sadece, üç ya da dört kişi.

Herkes, birbirini anlıyordu,
Çok şey konuştuk yol boyunca,
Kavgasızdık ve sessizdik.
Yanıp sönüyordu sigaralar
Minik alev topları, içerisinde
Sessizliğin renginin.

Ciğerlerimi zorlayan nemli hava
Dışarısındaydı arabanın,
Anlaşıyor gibiydik
İlk kez,
Konuşuyorduk , son kez,
Sessiz kelimelerle.
Herkes Bir’di,
Müzik, gece, sevgilisi ve hayatla.
Ve, ardından, durmadan önce,
Şuna karar verdim, gülümseyerek,
Konuşmamak en iyisiydi,
Ve kelimeler yetersizdi bazen.
-Anlaşmak için.-


(fon müziği Empyrium...“Songs of moors and misty fields” ve “A Wintersunset”)
1996?-97?

© Emre Karahasan

........

I.

Bilinçsizliğin içerisinde yaşarken Bilinç’i
Yada tam tersi,
Kim bilebilirdi ki beynimizdeki acımasız
Savaşı?
Gizliden gizliye ve
Sinsice, zavallı korkaklar gibi.
Fısıltıları dahi duyulmuyor artık sessizliğin
Ne gecenin ne de var olmayan varlığımızın içerisinde,
Masallar yalan söyledi bize.
Değiştiremediler şu trajedi sahnesini hiçbiri.
Oysa, masallar....


II.

Tanıyabildiniz mi Onlardan birini?
Çırılçıplak görseniz bile,
Ya kendinizi?
Labirentin aydınlık yollarında gizlenmiş
Çocukluğumuz ve tüm yaşamımız belki de.
Nerede o halde kaybettiğimiz geriye dönüş yolu?
Kış gelince boş yere çırpınır durur beyaz kelebek.
Ve, bilir sonunun ne olacağını
Kabul etmese de.


III.

Düşüncelerin seline kaptırır kendini Çoban.
Ve ona katılır Kuzular.
Flüt ve ayak sesleri gelir uzaklardan.
Olduğu yerde kalırken flütlerin sesi,
Yaklaşır ayak sesleri.
Ve feda eder bir Çoban kendini Kuzuları için,
Kurtların ortasına atılıp.
Ardından devam eder flüt sesleri güçlenerek.


IV.

Nice yarınlar yaşadık
Ve nice bugünler.
Yaşamın saygısı yok hayatlarımıza.
Ötemizde ve berimizde
Kocaman bir paradoks
Bir canavarı bile doğuran bir anne vardır her zaman.
Utanması gereken ya da
Suçlu olan kimdir?
Ne zaman değişecek hayatlarımız ileriye doğru?
Ne zaman bırakacağız
Oynadığımız yada
Oynadığımızı sandığımız
Trajedi oyununu?


Yoksa o bize yıldızlar kadar yakın
Kendimiz kadar uzak mı?
Akıttığımız incecik gözyaşları
Boğarken bizi gecenin en bakir zamanlarında
Neden cevap vermez
Göklerin Hakimi?
Şu ağır gökyüzü altında
Ne kadar da hafif ruhlarımız var.
Dans eder dumanlar ateşin içerisinde
Ve etrafında
Yanıbaşımızdaysa milyonlarca yıldız.
Ve gökten süzülerek iner milyonlarca
Kızıl kelebek. Dumanın dansına katılırlar
Parlak ay ışığı altında.
Çığlıkları duyulur gecenin efendilerinin.
Haykırışları ulumalara dönüşür. Uzaklarda...
Karanlık ormanlarda,
Çok uzaklarda....


V.

Kendinizi kandırmadan kaç gününüz geçti
Şu eski topraklarda?
Ve neden yalan söyler sahipsiz ruhlar
Kendi kendilerine?
Hala duyamıyor musunuz çığlıklarınızı?
Neydi eksik olan şeyler hayatımızda
Ve eksik bıraktıklarımız?
O kadar çok yer var ki hala gidilmedik,
Ve ulaşılmadık boyut.
Çağırıyor azgın dalgalar ve serin rüzgarlar.
Çağırıyor uçsuz bucaksız ormanlar ve dağlar
Martılar, Albatroslar.
Kurtlar, Kuşlar, Balıklar
Ve, zamansız bir zaman çağırıyor.
Çağırıyor...


VI.

Ne kadar zengin gerçeklerimiz vardı oysa.
Ve bir o kadar da ulaşılmaz.
Gerçek ya da Yalan !
Sadece O.....


2004

© Emre Karahasan

21 Ocak 2010 Perşembe

kutsal melekler

tümü de sarhoştu. tümünün de boyalıydı yüzleri. kanatları toz içerisindeydi. tümü de yitik, belirsiz bir geleceğe gittiler, ya da gideceklerdi. istiyorlardı....
- en azından planları öyleydi. -

kutsal melekler depresyona girip el ve ayak bileklerini kestiler. öncesinde, sırasıyla death, black ve doom metal, biraz hap ve bol alkol vardı. bu iyiye işaretti, onlar zaten hiç ayık gezmezlerdi, bilmezlerdi ayık oluşun ne demek olduğunu ve nasıl hissettirdiğini. sıkılmışlardı hep var olmaktan, olmamak öyle güzel görünüyordu ki...
bizleri görerek ölümsüzlüğe adım attılar keserek el ve ayak bileklerini çapraz biçimde açılmış derin kesiklerle, sonra yavaşça kapanırken gözleri, izlediler akan asil rengi ve gözlerini tekrar açtılar ve gördüler hayretle, hayal kırıklığıyla, kanı içerisindeydiler masal kahramanı isa’nın, kendi kanları içerisindeydiler ve kesik değildi artık damarları, oysa kesikler öyle derindi ki....

ve...lanetler uçuşur etrafta, ateşler yakılır, daire oluşturulur ve kitaplar yakılır, alkol ve müzik geceye ve büyüye karışır, gölgeler hayal olur, melekler masal, masallar gerçek, gerçekler hiçliğe dönüşür, dönüşüm yok eder karanlığı ve melekler tanrıya küser, tanrı yok olur, ve kendi varlığını reddeder, toza dönüşür hayat, intihar istekleri ve absinth’in yeşil perileri yardıma koşar...görüntü değişir....melekler sarhoştur, kanatları kirli ve toz içerisinde, gölgeleri yoktur onların, yitiktir gelecekleri geçmişleri gibi...bilgedirler, kendilerini yok etmek istemektedirler, bilge olmak ağır gelir bazen, yok olmak bilinçsizce sürer gider...lanetler okunur ilahiler gibi, ay ve yıldızlar ve orion efendisiyken gökyüzünün, müzik ve büyü geceye karışır...ardından....
ekran kararır.....

onlar.... intihara yatkın, kutsal, tanrısız, alkolik melekler...sıkıldıkça depresyona girip el ve ayak bileklerini keserler ve ne yazık ki onlar, bizler(e) değil, ölümsüzlüğe yenilirler...


21.01.2010
© Emre Karahasan

( büyük bir ihtimalle yıllar önce olduğu gibi, ki sanırım ilk kez 1999'da yazmıştım, ya devamı olacak yada gelişerek devam edecek, yada hiçbiri ! )

18 Ocak 2010 Pazartesi

Yaban Kazları

Yaklaşarak Karanlığına
Çok uzaklarda kalan geçmişin
Nehri bilincin, ve o
Zehirli realite, çıkınca illüzyon olmaktan
Yok olmaya mahkumdur sürü.

Canavarla geziyor,
Canavarlar kanatıyor ve kirletiyor
Canavarlar ağlatıyor
Canavar susmuyor.

Gölgeler boğuyor bedenleri
Alacakaranlığında
Sessiz bir şafak vakti
Göç ederken yaban kazları
Donarken bilinçsizliğin nehri.

Çok yüksek dağlar,
Ve kanat çırpışları
Yaban kazlarının
Hızlanıyor gittikçe
İleride doğan veya öyle görünen
Güneşe ulaşmak için.

Dağlar yüksek.
Canavarlar geziyor,
Canavarlar öldürüyorlar yaban kazlarını,
Susmuyorlar
Susturmadıkça onları.

Eski zamanlardan kalan,
O eski taş-lar,
Ve antik çağlara dek uzanan,
Kuleler çevrili dört bir yanda.

Saldırır canavarlar
Ateşten mızraklarla,
Ve yağmur damlaları
Akar ve yağar üzerine
Yaban kazlarının.

Bir çoğu mahkum edildi,
Bilinçsizliğe ve aptallığa.
Bu onların kaderi,
Kaderi yaratansa sadece kendileri.

Birazdan doğmayacak güneş belki de.
Ve belki de, belki de...

Bir yere ait olmak ve,
Ondan dolayı memnun olmamak
Çevriliyken kuleler ve canavarlarla
Etraf...

Söylenmeli yine de,
Donarken nehri bilinçsizliğin
Sessiz bir şafak vakti, ve
Bedenler boğulurken gölgeler tarafından
Yaban kazlarının göç ettiği.

© Emre Karahasan

Gökkuşağı

Günahın büyüsüyle ve onun kucağında
Çalkalanarak geçen soğuk bir gecenin ardından,
Yavaşça yola koyulduk,
Yok oluşun başlangıcından
Varlığın yokluğuna...

Etraf sisliydi,
Gözler kanlı.
Eller buz tutmuş,
Varlığımız yokluğumuzun
bir göstergesiydi
Kızıl bir güneş doğarken
Sislerin ardından
Uzaklarda atılan çığlıklar
Bizim ruhlarımıza karışıyor
Ve ruhlarımız bizi terk ederek
Onlarla geziniyordu mor gökyüzünde.

Kuş sesleri beyinlerimizi delerek
İçine giriyor ve çınlatıyordu kulaklarımızı
Saksağanın havada dans edişi gibi.
Karşı dağlardaki karlar ellerimiz kadar soğuk
Kalplerimiz kadar sıcaktı,
Ilık nefeslerimizse rüzgar...

Bir tayın kanatlarında
Girmek istedik gökkuşağının altından
Renklerinin içine doğru.
Ve, gözlerimiz karardı o an
Gökkuşağı olduk biz,
geçmişten geleceğe uzanan...

1999-2010
© Emre Karahasan

15 Ocak 2010 Cuma

Yağmur Damlaları....

öğlen vaktiydi ve
yağmur yağıyordu. şimdi
sıcak şarap içmek öyle iyi giderdi ki.
Cohen bir şiir okuyordu,
ikibindokuz yılı
new york konserinden,
ismi,
“a thousand kisses deep”

oysa şimdi “my dying bride” vardı,
şimdi geceydi,
ben geceye aittim ya,
gece de bana,
hepsi bir yanılsamaydı,
depresyon alkolle buluşmuş ve
“black god”ı oluşmuştu ruhumuzda.
ruhum(uz) kirliydi
o kiri temizleyemezdi hiçbir leke.

öğlen vaktiydi ve
yağmur yağıyordu lefkoşa’da. şimdi,
nostalji bar’da sıcak şarap içmek öyle iyi giderdi ki.
Cohen bir şarkı söylüyordu,
ikibindokuz yılı
new york konserinden,
ismi,
“dance me to the end of love”

oysa şimdi intihar planları vardı
şimdi geceydi,
gece güç demekti, bilgelikti,
planları erteletti, beni özgür kıldı.
Cave bir şarkı söylüyordu, gece,
“where the wild roses grow”
ardından Theraphy? o eski şarkıyı mırıldandı
sessizliğinde gecenin “Dianne” diye...

öğlen vaktiydi ve
ben arabanın içerisindeydim,
ve yağmur yağıyordu. şimdi
sıcak bir şarap içmek öyle güzel giderdi ki..
Cohen eski bir şarkıyı mırıldanıyordu
ikibindokuz yılı
new york konserinden,
ismi,
“the partisan”
öyle güzeldi ki....

15.01.2010
© Emre Karahasan

12 Ocak 2010 Salı

Bir Anda

Bir anda yaşamıştık her şeyi
Kaybolmuş zamana karşı koyarak
Işığı bir anda tutmuş ve
Karanlığı bir anda hissetmiştik ruhumuzda
Bir anda ölmüş, bir anda dirilmiş
Ve bir anda hayatı hayat sanmıştık
Yalanlarına kanıp.
Bir anda ve birdenbire biz ve bir olmuş
Ve bir anda solmuştuk tekrar yeşermek için,
Sadece, sadece bir anda
Islak bir yaprak gibi salınmıştık
Gecenin büyüsü içerisinde.
Sadece, sadece bir anda.
Ve hep o şarkının başlangıcında.
Sadece, sadece bir anda.

21.01.2005- 11.01.2010

© Emre Karahasan

Beowulf'a...

Gözlerim...Gözlerim açık ve gözlerim kapalı sıkıca...Karanlık ilk aşkımızdı ve son birlikteliğimiz. Karanlık yaratılışımızdı, aydınlığı sonra tanıdık. Aydınlık bir masal, bir rüya veya bir halüsinasyondu. Pembe şirin rüyalar, kanlı rüyalar, haberci rüyalar, rüyalar, fantaziler ve asla ve bir türlü olmayan, olamayanlar....

....................................................................

Gece uzadı. Uzadıkça uzadı şu ilkbaharın ilk günlerinden birinde. ‘Bahar temizliğini’ yaparken Kraliçe, güneş doğmadı, gece kaldı hep şu zavallı yeryüzü....
Baharın gelişinin ilk günleriydi, grev yaptı ateş topu, kuşlar ağladı.
Kuşlar...uçan kuşlar, uçup sınır tanımayan kuşlar mutlu mudurlar?
Yazım yanlışları, kurallar -ve onlar, yıkılması gereken kurallar!-
Hayat, o acınası, zavallı hayat sadece Senden ve Benden ibaret.
Uçsuz bucaksız bir uçurum........Kral öldü !
Yeni bir Kral yok ve olmayacak asla ! Asla ! O hep ayni.....
Mumlar söndü, ay ışığı silik, sis gözlerimde ve gözlerim yitik. Tek gerçek Aşk...Bildiğim ve hissettiğim...Kral öldü! Yeni Kral Yok !(-mu gerçekten?)
O, karanlığı doğururken, varolmayan Kraliçeden habersiz, kan kaybından öldü.
Kurallar, yasaklar ve daha birçok şey...

Karanlık çöktü siyah bir yorgan gibi. Önce ses vardı orada, artık yok. Önce karanlık vardı ve şimdi sis...Önce mutluluk vardı şimdi acı...Önce hayat vardı, ya şimdi...?
Fısıltılar çoktan tükendi...alevler bekliyor...Kızgın korlar...Var olmak geceye karışmak gibi, ışıksız, fenersiz ve kör...
Bitip tükenmeyen hiçlik.....Ve, artık Sus !!

Ne fayda edecek ki susmak?Haydi...Çeliş kendinle kendi içinde ve dışında...Haydi gül çılgınlar gibi, gül ki mutlu sansınlar seni...Ya da boşver, ve ağla, deliler gibi. Gerçi o da ne fayda edecek ki?
O kadar umutsuz, o kadar...
Bir hikaye daha sana ey Beowulf!
Tıpkı “Hasta Gülü” gibi o eski ustanın, görünmez kurtlar yiyor bizleri, içten içe,sinsice ve gizlice....


2000-2010

© Emre Karahasan

8 Ocak 2010 Cuma

bekleyiş...

“işte tam şuradan gelecek” dedi,
bana bakıp
beni tanımadan.
“işte tam şuradan gelecek biliyorum” bir eli
dürbünde,
bir eli de denizi gösteriyordu.
deniz öyle sessizdi ki,
sessizliği o kadın bozdu,
o kadın ki yıllardır bekliyordu,
godot’yu bekleyen abiler gibi,
o kadın ki yıllardır bekliyordu,
babylon’a ulaşacak rastafariler gibi,
o kadın ki yıllardır bekliyordu
toprağın bir damla yağmuru beklediği gibi...

kadın beni tanımadan
bana seslendi,
ben ondan ve denizden habersiz,
kendimle yürürken
denizin kıyısında ve güneşin altında.
elinde eski bir tüfek dürbünü
yüzünde yılların ona hediye ettiği delilik,
yüzünde tebessüm ve kızgınlık.

o bana bunları söylerken,
ben ona bir an bakıp
yürüdüm yoluma,
ona, beklediğinin
hiç gelmeyeceğini
düşündüğümü söylemedim.
beklediği kim ve ya ne
sormadım.
bencildim.
deliydi.
godot’yu bekleyen abiler gibiydi.
bir adım ileri atabilirdi,
cesareti yoktu
izliyordu.
bekliyordu.
geleceği ve yaşamı.
bitmedi...

15.08.2009 (04.29)

© Emre Karahasan

5 Ocak 2010 Salı

öylesine bir gece

nedense aklımda şu sahne var,
ben arabanın arka tarafında oturuyorum, sol elimde bir şişe kırmızı şarap ve sağ elimde gitanes, ilhan ve candaş, arabayı süren o, girneden yada belki mağusa’dan yola çıktık ve bizi lefkoşa’ya bırakacak, o bu şarkıya aşık olmuş defalarca dinliyor. ben, o zaman rock hatta heavy ve hatta death dinliyorum, en sert zamanlarımız, yıl 95 yada en çok 96, saçlar uzun, hayat boktan, hayat bize karşı ve biz biliyoruz, her boku biliyoruz ve fikrimiz var, her şeyi değiştirebiliriz, her şeyi, değiştirecektik. Oysa şimdi tek gördüğüm hayatın beni/bizi değiştirdiği, herşeyi değiştirecektik tatlı bir masal gibi görünüyor....
şarap şişesinin yarısını geçtim, sanırım aylardan nisan yada mayıs. saattte 70’le gidiyoruz, onların benson’una karşı benim gitanes’ım, onlar bira içiyorlar ve ben şarap, ve bu şarkı defalarca çalıyor, defalarca, dinliyorum sadece dinliyorum yorumsuz...havada çürük bir saman kokusu var, havada özgürlük var ve şimdi anlıyorum evet havada gerçekten o gece özgürlük vardı ve evet efendisiydik kendimizin ve ayni zamanda kurbanı...

“duymak istiyorum”.....o adamları pek sevmemiştim galiba, onları sadece o şarkılarıyla hatırlıyorum, sadece tek şarkı, o şarkı...o ilkbahar....anlamsız bazen ama yıllar sonra flashback oluyor işte.....
hatırlıyorum tam net olmasada, şişe bacaklarımın arasında, sağ elimde sigara, sigara kokusuna çürük saman kokusu ve gecenin ılık meltemi karışıyor, biz özgürdük !...
ne kadar zavallıyız değil mi, ne kadar bağımlı, ne kadar yorgun aslında, tek bir nota seni nereden nereye getirme gücüne sahip....özgürdün, özgürsün ve şimdi olduğun yere bak. eski “sen”den kat kat üstünsün maddi olarak büyük bir ihtimalle fakat sen o değilsin işte ne kadar “flashback” yaşayıp hatırlasan da, sen , o sen ölüp gittin tüm o yıllar içinde...şarkılar kaldı geriye, hissettiklerin oysa hepsi şu an ilüzyon, yok....belki de olmadı...
evet sadece nokta. edebiyat mı, iyi mi yazmalı, hayır edebiyat yapmacıklıktan başka bişey değil, yaratılan, çoğunun kabul ettiği edebiyat, bir bok değil, sadece “ego”yu tatmin etmek için....neyse....şarkılar...o çağa ait...
işte......mi minör....ve re majör.....
aslında çok şarkı var, öyle çok şey var ki, yok olduğum ve var olduğum ve hiç olduğum....
pearl jam....alice in chains...metallica....90’lı yıllar....

öyle bir geceydi işte, sadece öylesine bir gece....
öylesine...
aptal ama
nedense izi kalmış,
öylesine
hayat....
söyle, sadece
söyle...
sadece, söyle....

29 ekim 2009 - ocak 2010

© Emre Karahasan