26 Şubat 2010 Cuma

Var olmayan bir şehre ağıt...

I.

Eline gazeteyi alıp büyük puntolarla yazılmış haberi okudu;
“Kırmızı kirli kelebek kendi kendinin kanatlarını kesti !...”
“Bir intihar daha” dedi gazeteyi koltuğun kenarına bırakırken. “Bir intihar daha...” Sessizlik... “Kirlenmiş kırmızı kelebek ve yok olan varlığı ya da hiç değişmeyen bir nehir. Kırmızı bir nehir. Kendini kendine haps etmiş. Yabancı gözler ve görmez gözler.... Aptalca ne yazık ki !”

II.
Güneş gözlerimde batmaya çalışıyordu ben çağırırken geceyi usulca. Ah, gece!
Tüm gerçeğin tamamiyle göründüğü ve yaşandığı o gizemli karanlık. Batarken gözlerimde güneş, o asilliğiyle kaplıyordu her yanı.
Sokaklar bir başka güzeldi o vakit. Bir başka kokarlardı ve bomboştular aslında hep oldukları ya da hiç olmadıkları gibi.
Gece ilerledi...Bir an önce onlarla olmak için kapıyı açıp adımımı attım dışarıya doğru.
Yine sakindi sokak. “Keşke biraz serin bir esinti çıksa” diye söylendim kendi kendime, kendi içimden. Bir süre yürüdükten sonra birkaç köpek tehdit ettiler beni gözleri ve dişleriyle loş bir sokağın köşe başına. Gülümsedim onlara, onlar benimdi, bana aittiler, kızmadan ve korkmadan yaklaştım yanlarına , seslenmediler bir kez daha, utandılar bana yaptıklarından.
Daracık sokaklara girdim, o eski, o harap, o kimsesiz kalmış ve kokusu değişen sokakları ziyaret ettim burkularak yüreğim. Böyle miydi ki bundan en fazla altı yıl önce buraları? Bunu nasıl ve neden yarattı ki yaratanlar?...
Çocukluğun, gençliğin ve yaşamın eriyip gittiği gibi bu sokaklar da yitip gitmişlerdi işte.
Gelişirdi insan çocukluktan gençliğe, gençlikten de yaşlılığa geçerken, kendi kendini yenilerdi bedenini yenileyemese bile. Oysa bu sokaklar geriledikçe geriledi ve yokluğun başlangıcında durmaktaydılar işte. Titrek, ağlamaklı, unutulmuşluğun kederi ve bu günün nefretiyle duruyorlar ya da durmaya çalışıyorlar ayakta.
Ağustos böcekleri durmadan bağırıyorlardı, yasemin kokularının yerini ter kokuları almıştı şimdi. Kendimizden o kadar uzaktaydık ki ne sokak beni tanıyabiliyordu ne de ben onu. Küs, tedirgin ve yabancıydık bir birimize...
Bir süre ilerledikten sonra önce sağa sonra sola dönüp boş sokağın ortasında durdum. Zaten bir arabayı dahi zor sığan bir yerdi. İleriden bağrışma sesleri geliyordu. Durdum bir sigara yaktım önce ve seslerin geldiği yere doğru ilerledim. Bir adam karısına bağırıp duruyor ve bir yerlere vuruyordu. Sokak sessizdi, onun sesi buraya ait değildi. Yürüdüm ve tekrar başka bir sokağa saptım, o dar sokak karton kutular, gazete parçaları, yemek ve çöp artıklarıyla doluydu. Kendimden ve sokaktan utanarak oradan uzaklaştım. O da benden, öyle oluşundan utanmıştı, biliyorum, hissetmiştim...
Şehir intihar etmeye çalışıyordu ben oradayken. Karı koca bağırışları, sokak köpeklerinin çöp bulma ve yemek savaşları, kedilerin çılgınca bir arabanın altında kalıp kalmayacaklarını test ettikleri caddeler. Karton kutuların üzerinde yatan işçiler, durmadan yükselen betonlar, yok edilen ve hiç olmayan yeşil alanlar ya da ağaçlar, dikenli teller, kapıların önlerindeki ayakkabılar, dallarında ve asıldıkları yerde yıllar önce kurumuş yaseminler, ölüme direnen birkaç yaşlı, geçmişin uğultusu, sıcak ve nem, küskün ve zavallı bir şehir, kırık bira şişeleri, arabaların sokak aralarında ve caddelerde yaptıkları hız denemeleri, gözyaşları, belirsizlik, kirlenmişlik,sokaklardaki tükürük izleri, bir yanıp bir yanmayan sokak lambaları, kirli kırmızı kelebekler, anlamsız bakan gözler, tekrar yaşanmayacak olan geçmiş ve insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, kilitli kapılar ve değişmeyen sabit düşünceler, kanatları kesik kırmızı kelebekler, şehirden de daha kayıp bir gençlik,şimdinin ortaçağı, suskunluk, tekrar ölmeden önceki son dansı ölü şehrin.....

III.

Ne olduğuna aldırmadan (aldırmamaya çalışarak) geriye döndüm çıktığıma kızarak ve lanet ederek. Ayni ölü şehrin yalancı yaşamına geri döndüm. Parlaktı ve yaşar gibiydi hâlâ, oysa farkına dahi değildi var olmadığının. Belki de o ayniydi, komaya giren ve ya ölü olan bendim (/bizdik).
Eve girdim, üzerimi değiştikten ve arınmaya çalıştıktan sonra tekrar dışarıya bu kez balkona çıkıp oturdum. Geceyi ve yaşamı yaşamaya, hissetmeye çalıştım, kendimi zorlayarak ve başarmaya çalışarak. Ay büyüdü ve kanadı yıldızlarla birlikte tüm şehrin üzerine. Kanadı şehir, kanadı parlak ışıklar ve kanatlarını kesti kelebekler yeniden ve düştüler şehrin üzerine. Şehir hazırdı intihar etmeye...
Ben onun intiharına katılmasam da, ben, ben olacak mıydım artık?

IV.

Kırmızı kirli kelebekler, kendi kanatlarını kestiler kör karanlığın kirli kırmızılığında.
Şehir az önce kendi damarlarını kesti....
Kanadı; iplerinde solan yaseminler, soluk sokak lambaları, uykuya daldı uyuyan insanlar haberleri dahi olmadı tüm bu olanlardan.
Ben kaldım oturduğum yerde. Ben onlar gibi yapmadım. Ne uyudum, ne intihar ettim, sadece gördüm ve yaşadım.
İntihar etmeme gerek yoktu zaten. Ben en büyüğünü ve bitmeyenini yapmıştım bir kez, ve artık geriye dönemezdim. İlk intiharım ‘doğmak’ diğeri ise ‘Görmek’ olmuştu. Ötede ne vardı ki?

V.

Gözlerime bu kez güneş doğdu.
Ölü şehir....
İntihar edip ölen şehir tekrar canlandı tekrar bir intiharı yaşamak ve kesmek için kendi damarlarını.
Ne kadar sürdürecekti ki bu trajediyi ?
Olmayan nehirler aktı, kurudu olmayan bataklıklar ve devrildi yüzlerce yıllık bir çınar.....
Güneş doğdu gözlerime, ben acı çeken geceyi uğurlarken. Gitti ve geleceğine dair bana söz verdi. Burada tekrar buluşmak için sözleştik ve ben beynimden silmeye çalışarak tüm gördüklerimi ve hissettiğim acıyı, içeriye geçip güneşin doğuşuyla birlikte gözlerimi aydınlığa kapadım usulca...

“Kanatlarını kesti kırmızı kelebek, kendi kanıyla kanattı kör karanlığın kirli kırmızılığında kendi bedenini...”

1999-2000-2005-2010

© Emre Karahasan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder