26 Şubat 2010 Cuma

Var olmayan bir şehre ağıt...

I.

Eline gazeteyi alıp büyük puntolarla yazılmış haberi okudu;
“Kırmızı kirli kelebek kendi kendinin kanatlarını kesti !...”
“Bir intihar daha” dedi gazeteyi koltuğun kenarına bırakırken. “Bir intihar daha...” Sessizlik... “Kirlenmiş kırmızı kelebek ve yok olan varlığı ya da hiç değişmeyen bir nehir. Kırmızı bir nehir. Kendini kendine haps etmiş. Yabancı gözler ve görmez gözler.... Aptalca ne yazık ki !”

II.
Güneş gözlerimde batmaya çalışıyordu ben çağırırken geceyi usulca. Ah, gece!
Tüm gerçeğin tamamiyle göründüğü ve yaşandığı o gizemli karanlık. Batarken gözlerimde güneş, o asilliğiyle kaplıyordu her yanı.
Sokaklar bir başka güzeldi o vakit. Bir başka kokarlardı ve bomboştular aslında hep oldukları ya da hiç olmadıkları gibi.
Gece ilerledi...Bir an önce onlarla olmak için kapıyı açıp adımımı attım dışarıya doğru.
Yine sakindi sokak. “Keşke biraz serin bir esinti çıksa” diye söylendim kendi kendime, kendi içimden. Bir süre yürüdükten sonra birkaç köpek tehdit ettiler beni gözleri ve dişleriyle loş bir sokağın köşe başına. Gülümsedim onlara, onlar benimdi, bana aittiler, kızmadan ve korkmadan yaklaştım yanlarına , seslenmediler bir kez daha, utandılar bana yaptıklarından.
Daracık sokaklara girdim, o eski, o harap, o kimsesiz kalmış ve kokusu değişen sokakları ziyaret ettim burkularak yüreğim. Böyle miydi ki bundan en fazla altı yıl önce buraları? Bunu nasıl ve neden yarattı ki yaratanlar?...
Çocukluğun, gençliğin ve yaşamın eriyip gittiği gibi bu sokaklar da yitip gitmişlerdi işte.
Gelişirdi insan çocukluktan gençliğe, gençlikten de yaşlılığa geçerken, kendi kendini yenilerdi bedenini yenileyemese bile. Oysa bu sokaklar geriledikçe geriledi ve yokluğun başlangıcında durmaktaydılar işte. Titrek, ağlamaklı, unutulmuşluğun kederi ve bu günün nefretiyle duruyorlar ya da durmaya çalışıyorlar ayakta.
Ağustos böcekleri durmadan bağırıyorlardı, yasemin kokularının yerini ter kokuları almıştı şimdi. Kendimizden o kadar uzaktaydık ki ne sokak beni tanıyabiliyordu ne de ben onu. Küs, tedirgin ve yabancıydık bir birimize...
Bir süre ilerledikten sonra önce sağa sonra sola dönüp boş sokağın ortasında durdum. Zaten bir arabayı dahi zor sığan bir yerdi. İleriden bağrışma sesleri geliyordu. Durdum bir sigara yaktım önce ve seslerin geldiği yere doğru ilerledim. Bir adam karısına bağırıp duruyor ve bir yerlere vuruyordu. Sokak sessizdi, onun sesi buraya ait değildi. Yürüdüm ve tekrar başka bir sokağa saptım, o dar sokak karton kutular, gazete parçaları, yemek ve çöp artıklarıyla doluydu. Kendimden ve sokaktan utanarak oradan uzaklaştım. O da benden, öyle oluşundan utanmıştı, biliyorum, hissetmiştim...
Şehir intihar etmeye çalışıyordu ben oradayken. Karı koca bağırışları, sokak köpeklerinin çöp bulma ve yemek savaşları, kedilerin çılgınca bir arabanın altında kalıp kalmayacaklarını test ettikleri caddeler. Karton kutuların üzerinde yatan işçiler, durmadan yükselen betonlar, yok edilen ve hiç olmayan yeşil alanlar ya da ağaçlar, dikenli teller, kapıların önlerindeki ayakkabılar, dallarında ve asıldıkları yerde yıllar önce kurumuş yaseminler, ölüme direnen birkaç yaşlı, geçmişin uğultusu, sıcak ve nem, küskün ve zavallı bir şehir, kırık bira şişeleri, arabaların sokak aralarında ve caddelerde yaptıkları hız denemeleri, gözyaşları, belirsizlik, kirlenmişlik,sokaklardaki tükürük izleri, bir yanıp bir yanmayan sokak lambaları, kirli kırmızı kelebekler, anlamsız bakan gözler, tekrar yaşanmayacak olan geçmiş ve insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, kilitli kapılar ve değişmeyen sabit düşünceler, kanatları kesik kırmızı kelebekler, şehirden de daha kayıp bir gençlik,şimdinin ortaçağı, suskunluk, tekrar ölmeden önceki son dansı ölü şehrin.....

III.

Ne olduğuna aldırmadan (aldırmamaya çalışarak) geriye döndüm çıktığıma kızarak ve lanet ederek. Ayni ölü şehrin yalancı yaşamına geri döndüm. Parlaktı ve yaşar gibiydi hâlâ, oysa farkına dahi değildi var olmadığının. Belki de o ayniydi, komaya giren ve ya ölü olan bendim (/bizdik).
Eve girdim, üzerimi değiştikten ve arınmaya çalıştıktan sonra tekrar dışarıya bu kez balkona çıkıp oturdum. Geceyi ve yaşamı yaşamaya, hissetmeye çalıştım, kendimi zorlayarak ve başarmaya çalışarak. Ay büyüdü ve kanadı yıldızlarla birlikte tüm şehrin üzerine. Kanadı şehir, kanadı parlak ışıklar ve kanatlarını kesti kelebekler yeniden ve düştüler şehrin üzerine. Şehir hazırdı intihar etmeye...
Ben onun intiharına katılmasam da, ben, ben olacak mıydım artık?

IV.

Kırmızı kirli kelebekler, kendi kanatlarını kestiler kör karanlığın kirli kırmızılığında.
Şehir az önce kendi damarlarını kesti....
Kanadı; iplerinde solan yaseminler, soluk sokak lambaları, uykuya daldı uyuyan insanlar haberleri dahi olmadı tüm bu olanlardan.
Ben kaldım oturduğum yerde. Ben onlar gibi yapmadım. Ne uyudum, ne intihar ettim, sadece gördüm ve yaşadım.
İntihar etmeme gerek yoktu zaten. Ben en büyüğünü ve bitmeyenini yapmıştım bir kez, ve artık geriye dönemezdim. İlk intiharım ‘doğmak’ diğeri ise ‘Görmek’ olmuştu. Ötede ne vardı ki?

V.

Gözlerime bu kez güneş doğdu.
Ölü şehir....
İntihar edip ölen şehir tekrar canlandı tekrar bir intiharı yaşamak ve kesmek için kendi damarlarını.
Ne kadar sürdürecekti ki bu trajediyi ?
Olmayan nehirler aktı, kurudu olmayan bataklıklar ve devrildi yüzlerce yıllık bir çınar.....
Güneş doğdu gözlerime, ben acı çeken geceyi uğurlarken. Gitti ve geleceğine dair bana söz verdi. Burada tekrar buluşmak için sözleştik ve ben beynimden silmeye çalışarak tüm gördüklerimi ve hissettiğim acıyı, içeriye geçip güneşin doğuşuyla birlikte gözlerimi aydınlığa kapadım usulca...

“Kanatlarını kesti kırmızı kelebek, kendi kanıyla kanattı kör karanlığın kirli kırmızılığında kendi bedenini...”

1999-2000-2005-2010

© Emre Karahasan

22 Şubat 2010 Pazartesi

Karanlık Orman

G....nin anısına...

Bölüm I

“Uçsuz bucaksız bir orman var ağaçlar...Ağaçlar...Çam ağaçları, yabani otlar, ama daha çok, hayır en çok yeşil, yemyeşil ağaçlar. Etrafta kurtlar var ama ben onları göremiyorum, kurtlar, asil görünüşlü kurtlar. Varlıklarını hissediyorum, bana bakıyorlar fakat göremiyorum, biliyorum, gerçekten biliyorum, bilmek onu değiştirmez, biliyorum, o orada, oradaydı, hala orada.
Gözlerimden yaşlar damlıyor. Gözlerim kanıyor “onun” gibi, şişiyor, gözlerimi sanki kurtçuklar yiyor. Hava kapalı, aydınlık, sis, gece. Göremiyorum ve sonra işte o, sadece, orman, orman, orman, sonsuz bir yeşillik, cennet orası, cehennem de öyle. Sonsuz bir cennetin içerisinde artık sorunsuz ve sonsuz bir başlangıç ve ya son. Fakat ormanın sonu yok sanki. Göremiyorum, o ve sonsuz orman tıpkı kurtlar gibi, varlığını hissediyorum, onu göremiyorum. İstiyorum fakat olmuyor bir türlü. Olmuyor, olmuyor, hayır. Olmuyor !”

“ Orası çok sıcaktı. Üniversite çok kalabalıktı, oradan hiç ama hiç hoşlanmadım. Kimseyle, aslında bir kaç öğrencim dışında kimseyle konuşamadım, istemedim, onlar vardılar fakat yoktular. Çok sıcaktı. Kalabalıktan nefret ederim, kalabalık, insanlar, hasta eder beni, ben zaten biraz hastayım. Hastalığımı bıraktım. Bilmek istemiyor ve bilmiyorum, neyi bilmeliydim. Beni seven kim var ki, bilmiyorum, haksızlık. Kalabalık, sıcak....artık çok uzak....Evet artık çok uzak, aslında artık hiçbir şey hiçbir yer uzak değil. Çok, çok...söyleyemem. Hiç söylemedim. Şimdi de söyleyemem. Kendimi affetmeliyim. Affetmeliyim...Affetmeliyim...”


Bölüm II

“ Yine, tekrar ve tekrar tıpkı bozuk bir plak ya da Cd gibi, tekrar ve tekrar ayni sahne, ayni sahne, ayni sahne tekrarlanıp duruyor. Orman, ağaçlar, sonsuz yeşillik. Fakat bu kez ona seslenmeyi başardım. Evet gerçekten başardım. Onun adını, bana fısıldadığını sandığım ismini söyledim, sessizlik rüzgara karıştı, uğultusu rüzgarın beni alıp içime götürdü, ne ağaçlar ve o, ne başka bir şey. Rüzgar o kadar güçlüydü ki, onu anlatamam. Çocukluğum geri geldi rüzgarla birlikte ve aniden oradan kopup geri ormana döndüm. Bilmiyorum. Benden ne istediğini bilmiyorum, gerçekten. Onu hiç ama hiç tanımadım, tanımak isteyip istemeyeceğimi de bilmiyorum, fakat onun acısını hissettim, hissediyorum. İlginç değil mi? Hayatın kendisi belki de, hayat, sonsuz bir orman gibi sanki. Sayılamayacak kadar ağaç ve bitki ve duygular mı ?
Onu göremiyorum. Oralarda bir yerde olduğunu çok iyi biliyorum. Olmuyor.
Artık bırakıyorum.”

“ O cehennemden ayrıldıktan sonra, neler oldu tam olarak hatırlamıyorum. Aslında bölük pörçük, rastlantısal, bilmiyorum işte. Hastalığımın arttığı dönemlerdi onlar. Bir yerlere doğru sürükleniyor gibi hissediyordum. Aslında tamamiyle öyleydi, gidiyordum. Bilinçsiz bir bilinçle. Ve, gittim...”


Bölüm III

“ Psikoloğumu değiştim geçen günlerde. Bana bir yararı olmamıştı. Ne bekliyordum ondan ve benden, onu da bilmiyorum ama yaptım. Görüntüler devam ediyor. Bazen korkuyorum. Nedensiz belki, korkuyorum işte. Küçükken olduğum gibi karanlıktan tekrar korkmaya başladım. Karanlıktayken içimi korkunç bir sıkıntı kaplıyor. Garip sesler duyuyorum. Yarın randevum var. Göreceğiz...”

“ Oradan neden korkup kaçtım ve neden çılgınlar gibi koşup durdum ve oraya gittim hiç düşünmedim. Onu orada beklemeliydim. Beklemedim. Bekleyemedim...”

“ Hep ayni şeyler. Ayni konuşma ve telkinler, seanslar, görüntüler artıyor. Görmek istemediğimi halde görüyorum. Korkularım arttı. Şimdi ne yapmalı ve nereye gitmeliyim? Bıktım. “

“Onu aradım sonra. ‘Bekle, gelip seni alacağım.’ Dedi, biraz bekledim, gittim, oraya....”


Bölüm IV

“ Muhteşem bir orman beni içine çekti. Onun büyüsüyle ilerledim, gidebileceğim, düşüp kalacağım yere kadar. Muhteşemdi. İnsanlar, insan sesleri, insan görüntüleri, kokuları, aptallıkları yoktu. Herşey saftı. Herşey oradaydı. Aradığım herşey. Görmek istemediğim şeyler yoktu orada. Bir süre sonra toprağa oturup kuşların konuşmalarını dinledim, ağaçların hışırtısını. Hava oldukça soğuktu. Birden orman küçüldü sanki ve ben oradan çıkmalıydım. Geldiğim yoldan yine koşarak kasabaya geri döndüm.”

“ Sıcak bir çay içtim ve küveti suyla doldurup içine uzandım. Saçma sapan telkinlerden, doktorlardan çok sıkıldım. Gerçekten görmek istemiyorum artık, gözlerimi kapayıp uyuyunca, herşey yine orada.”

“ Kar yağmaya başlamıştı, incecik damlalar halinde dans ediyorlardı etrafımda. Sokaklarda sanki insan kalmamış gibiydi, ne güzeldi.
Şimdi gitmem gereken yer neresiydi ki ?”

“ O sanki önümden geçti az önce. Yoktu ama vardı sanki. Pencerenin dışında bir yerlerde.”

“ Kar evlerin camlarına dokunuyordu. Herşey bir anda ne kadar da hoş görünüyordu.”


Bölüm V

“ İlk kez bu kadar yüksek sesle ismimi fısıldadığını duydum. Buradan geçiyordu sanki. O kadar korunmasızdı ki sanki bir yerin ismini söyledi fakat anlayamadım, çok hızlı konuşuyordu, belli ki titriyordu.”

“ Hava çok soğuk bu gece. Arada sırada yağıp duran karın etkisiyle ve onun soğuğuyla, önce içimi bir ürperti kapladı, sanki titriyordum, ellerim donar gibi oldu, evet titriyordum, yüksek sesle bir şarkı söylemeye başladım, sonra vazgeçtim, sonra yeniden, daha yüksesk, içimi ve donmaya çalışan bedenimi korumak için hızlı hızlı şarkı söylüyor, söyleniyordum...Sanırım...”

“ Bana yardım et, lütfen...
Yardım edebilecek misin, geç kalma,
Lütfen,
Geç kalma, artık çok
Geç...”

“ Neredeydim hatırlamıyorum, oraya girdim, param çok azdı, sabahı beklemeliydim, belki polis ? Hayır onlara gidemezdim, gidemeyecek kadar gururluyum işte.”


Bölüm VI

“ Soğuk gecenin soğuk güneşi doğdu gözlerime. Gözlerim yaş içerisindeydi. Sanki ellerim donmuştu ve sanki sarhoştum.”

“ Orada çok ucuza içki bulup içtim. Masanın üzerinde uyandım. İğrençti, kendimden tiksindim. Üzüldüm, üzülmüştüm. Gereksiz bir saçmalık, inat, gurur, palavra !”

“ Çok yorgunum ve bu gün dışarıya çıkmayacağım.”

“ Çok ama çok bitkin bir durumdayım, onu aramalı mıyım?”

“Arayıp gelmeyeceğimi söylemeliyim.”

“Arayıp oraya gitmek istediğimi söylemeliyim.”

“Şimdi !”

“Yapabilecek miyim, beni durduran nedir ?”

“ Evet işte !”

“ Evet...”


Bölüm VII

“ Söyledim...”

“Evet söyledim.”

“Sanki ne değişecekti ki...ne değişecekti ki ?”

“Belki yeniden aramız düzelebilirdi, bilmiyorum, aslında biraz ürküyorum, artık yavaşça birşeylerin sonuna yaklaştığımı hissediyorum, korkunç mu? Hayır, kesinlikle hayır.”

“ Evet değişecekti, saçmalıklardan kurtulacaktım. Fakat, başka şeyler daha vardı sanki, hissettiğim, hissettiğimi sandığım. Ne olduğunu tam söyleyemem, biliyorum ama bilmiyorum işte. Hızla, hızla bir sona doğru gitmekteydim. Mum hızla eriyordu, akan nehirle sürüklenen minik taşlar sonunda denize ulaşıyordu, deniz görünmüştü...”

“Hiçbir şey değişmedi ve ben son kez kaçtım. Belki de ben, garip bir yaşam kırıntısının, geriye kalan ıslak, hüzünlü ve içerisinde huzuru bir türlü barındırmayan ilginç bir şekilde tekrarlanan ya da olmayan, yaşadığını, yaşadığımı sanan bir, bir, bir şeydim işte. Zaten ‘bir ceza’ ya da ‘tanrısal bir ceza’ya inanmıyorum, öyle birşeyin olmadığını şimdi biliyorum, herşey olması gerektiği zaman ve yerde olur, yani meydana gelir. Şu anda belirgin birşey değil benim için ama belki onlar da bizlerin seçimidir?”


Bölüm VIII

“ Bunu ben mi seçmiştim? Ben mi? Ben bir deli miyim? Bu benim seçimim miydi?”

“ Evet, seçim benimdi.”

“ Bilmiyorum, belki de, evet seçim benimdi.”

“ Ve, son kez seçimimi yapıp gittim.”

“ Ve bunun sonuçlarının ne olduğunu görmeye başladım. Artık anlıyorum.”

“ Seçim...Sonucunu tam kestiremesem de. Oldu.”

“ Biliyorum...artık...kesinlikle...Onu, gördüm.”


Bölüm IX

“ Ölümden bahsetmek hoş değil birçok yaşayan ve kendilerine ‘insan’ adını veren vahşi canlılar için. Ona inanmamaya çalıştım uzun bir süre. Gerçek olmadığını varsaydım. Fakat, bir çoğunuzda bilirsiniz ki, o ne yazık ki gerçek !
İnanmam zor olmadı benim. Daha çok zorunda kaldım, dış ve iç etkenlerden dolayı. Benim gibi olmasa bile siz de göreceksiniz onu. Soğuk ormanlar, soğuk ve sık ormanlar, karlı ormanlar, üzerinde helikopterin defalarca gezdiği ve aradığı şeyi göremediği.
Ölüm! Yine O!..Tıpkı doğum gibi. Bir süre hiçbir şey hatırlamıyorsunuz.
Ölüm.
İşte. O.”

“ Onu gördüm. Aslında tek istediği şey yardımdı. Ona yardım edemedim. Edemezdim de. O çoktan gitmişti. Gitmiş ve bulunmuştu galiba ama her nedense geri gelmişti, bilinçsizce. Gördüğüm O’ydu. Bildiğim. Ben, O. Şimdi yardım isteyerek tekrar bir şans elde edebileceğini düşünüyor belki, ya da yaptıklarını ya da hatalarını haklı çıkarmaya çalışıyor/(du) belki.
Yine de, o beni korkuttu önce fakat sonra, hayır, hatta ona alıştım, ilginç de olsa ,evet, öyle.”


Bölüm X

“ Evet. O. İlginç. Alışmıştım.”

“ Artık çok üzgünüm, ona yardım edemedim.”

“ Yardıma ihtiyacım vardı. Fakat, ben, kendime yardım edemedim.”

“ Buna alışmam zor olacak, ne yazık ki.”

“ Anlatmalıyım.”

“ Anlatmalısın, inanmasalar da bunu duymalılar.”


Bölüm XI

“ Onunla tanıştım. Onunla tanışmam benim bu dünyadan ayrlımam demekti ve bu gerçekleşti. Önceleri ne olduğunu bilemedim. Kavrayamadım. Fakat, gerçek eğer var ise, ki benim durumum bu sanırım, Ben gerçeğim. Ben gerçektim.(hala öyleyim)
Artık bu dünyada değilim. Ben, ‘Ben’liğimi yitirip, görünmez oldum, O’na gittim. Rüyalarına girdim. Onu korkuttum belki de, bana yardımcı olmasını istedim. İstediğim tek şey kendimden nefret etmememi sağlamasıydı bir şekilde. Sanırım başardı, doktorları, psikologları, ona deli derken o aldırmadı. Onu neden seçtiğimi tam olarak bende bilmiyorum. Fakat onda olan birşey beni çekti. Sanırım bu, evet, bana inanmasıydı.
Bir hayalete kaçınız inanırsınız ki? Kaçınız hiç görmediğiniz bir adamın sesini beyninizde duyduğunuzda onu anlamak istersiniz ve kaçınız ona ve bana inanırsınız ki ?
Kaçınız kalbi yaralı, ruhu yaralı, eski bir üniversite öğretim üyesi olan umutsuz bir alkoliği reddetmeden önce anlamaya çalışır ki?
İşte onu ben bundan dolayı seçtim. Onu istemeden de olsa korkuttum, üzgünüm fakat ona benim cansız bedenimin nerede ve ne halde olduğunu söyledim. Evet sonunda, hep kaçan ben, sonunda bulundum. Bulunmam hiçbir şeye yaramadı çünkü yırtıcı hayvanlar ve hava şartlarından dolayı tanınmaz haldeydim. İmdadıma son kez de olsa teknoloji yetişti. Bulunan cansız bedenimin benim olduğu ancak DNA testinden sonra onaylandı. Evet, artık ben kurtulmuştum. Acılarımdan, alkolizmden, insanlardan aslında o bedenden.
Bana yardım eden o ‘bayan’ oldu. O artık rahat olacak ve ben de öyle. Ölümlü bedenim çoktan çürümüştü soğuk ormanın içersinde bir bank üzerinde, yerde de iki-üç şişe vodka vardı, yolculuk öncesi içindi. O zaman bilmiyordum. Artık biliyorum.
Reddettiğimiz ve inanmadığımız birçok şey, bir çok şey...Neyse...Herkes bunu görecek...Görmek uzun zaman alsa da.
Artık rahatım. Size iyi geceler! Oysa,
Güneş, hiç batmayacak olan güneş, benim için henüz doğdu....
Onu bekletemem......”

31 Temmuz - 14 Ağustos
2000-2004
22 Şubat 2010

© Emre Karahasan

17 Şubat 2010 Çarşamba

O

“Gelin, yanıma oturun.” dedi, elindeki tütünü sigara kağıdına sararken. Yüzünde gülümseme vardı, nedensiz. Öyle içmiştik ki, midemde sadece Absolut vardı sanki. Parmaklarımın ucu yanıyordu bas gitardın tellerine dokunmaktan ve sesi geliyordu denizin, usulca şarkı söylüyordu sanki.
Önümüzden iki polis geçmişti sadece bakarak ve kendi aralarında konuşarak, biri diğerine bu gece gördüğü bir kızın göğüslerini veya kıçını anlatıyordu sanırım, unuttum şimdi.
Sigarayı muntazam bir şekilde sarıp yaktı, o.
O, ilginç bir adamdı. Esrarengizdi. Deliydi ama bilge değildi, biraz esrarkeş biraz da alkolikti. Yaşadığını duymuştum, ama şimdi nerede bilmiyorum, o Pink Floyd’u defalarca canlı izleyenlerdendi. Ona göre saçları “doğan güneşi” sembolize ederdi, Southern Comfort ve birayı birlikte içer, geğirir ve bize dönüp “sizi onların ilk çıktığı barda çakaracağım, herifi tanıyorum” derdi. Hiç inanmadık, sadece güldük kalbini kırmadan o delinin, bizler rock çalan düzen karşıtlarıydık, Floyd’u severdik ve bir ilahtı Hendrix ve Morrison...
Güler ve içerdik, o zamanlar hayat öyle güzel ve hızla akıp giderdi ki...

Sigarayı sarıp uzattı polisler geçtikten sonra. Uzanıp aldım, tadı farklıydı, “evet” dedi “içine biraz da zihin açıcı koydum” ardından gülümsedi ve asıldık sigaraya.
Gecenin sessizliğinde dans edip durdu sigaranın dumanı. Hava nemliydi, deniz sessizdi. Kelimeler gereksiz ve daha çok vardı doğuşuna güneşin. Polisler bu defa karşı kaldırımdan geçmişlerdi bize selam vererek. Gitme vakti gelmişti.
Bar o gece çok kalabalıktı, temmuz veya ağustosdu, yine de bir hüzün hissi vardı sanki.
Turun ardından bitti sigara. Denizden gelen ılık serin bir rüzgar yüzüme vurmuştu.
Yaşam öyle güzeldi ki fakat ölüm de güzel görünüyordu.
Bir süre konuşmayıp zihin açıcının patlamalarını duyduk Southern’in ve Absolut’un ardına...Sustuk...
Deniz ve gece çağırıyordu.
Yavaşça ayağa kalkıp kotumun cebinden bir gitanes çıkarıp yaktım ayağa kalkarken onlar.
Denizin sesi kulağımda arabaya doğru yürüdük.
Ve sonra,
evdeydim...

17.02.2010

© Emre Karahasan

1 Şubat 2010 Pazartesi

Biz ve Müzik

Aslında, hiç önemi yok
Kaç kişi olduğumuzun.
Onlar vardı ve biz de vardık.
Sonuçta vardık yani.
Bir şehirden, diğer yok olmuş
Şehre doğru yol alıyorduk.
Mesafe kısaydı belki,
Ama hayatlarımız da öyleydi.

Konuya,
Hayatlarımızdan bahsederek başladık,
Sonra,
Ölüm ve yaşamdan,
Bombalardan ve kandan,
Gerçek ve yalandan,
Geceden ve zavallı
Ateşler içerisinde
Debelenip duran memleketten bahsettik.
O kadar huzur vericiydi ki,
Onlar, yani müzik,
Kimse kimseyi kırmadı ilk kez,
Kimse nefret etmedi birbirinden.
Parasızlığı da düşünemedi,
Ya da ısrarla bitmeye çalışan benzini.

Sıcacık gecenin,
O ağır nemli havasında
Yol alıyorduk.
Kaç kişiydik? Belki
Binlerce, milyonlarca, belki de
Sadece, üç ya da dört kişi.

Herkes, birbirini anlıyordu,
Çok şey konuştuk yol boyunca,
Kavgasızdık ve sessizdik.
Yanıp sönüyordu sigaralar
Minik alev topları, içerisinde
Sessizliğin renginin.

Ciğerlerimi zorlayan nemli hava
Dışarısındaydı arabanın,
Anlaşıyor gibiydik
İlk kez,
Konuşuyorduk , son kez,
Sessiz kelimelerle.
Herkes Bir’di,
Müzik, gece, sevgilisi ve hayatla.
Ve, ardından, durmadan önce,
Şuna karar verdim, gülümseyerek,
Konuşmamak en iyisiydi,
Ve kelimeler yetersizdi bazen.
-Anlaşmak için.-


(fon müziği Empyrium...“Songs of moors and misty fields” ve “A Wintersunset”)
1996?-97?

© Emre Karahasan

........

I.

Bilinçsizliğin içerisinde yaşarken Bilinç’i
Yada tam tersi,
Kim bilebilirdi ki beynimizdeki acımasız
Savaşı?
Gizliden gizliye ve
Sinsice, zavallı korkaklar gibi.
Fısıltıları dahi duyulmuyor artık sessizliğin
Ne gecenin ne de var olmayan varlığımızın içerisinde,
Masallar yalan söyledi bize.
Değiştiremediler şu trajedi sahnesini hiçbiri.
Oysa, masallar....


II.

Tanıyabildiniz mi Onlardan birini?
Çırılçıplak görseniz bile,
Ya kendinizi?
Labirentin aydınlık yollarında gizlenmiş
Çocukluğumuz ve tüm yaşamımız belki de.
Nerede o halde kaybettiğimiz geriye dönüş yolu?
Kış gelince boş yere çırpınır durur beyaz kelebek.
Ve, bilir sonunun ne olacağını
Kabul etmese de.


III.

Düşüncelerin seline kaptırır kendini Çoban.
Ve ona katılır Kuzular.
Flüt ve ayak sesleri gelir uzaklardan.
Olduğu yerde kalırken flütlerin sesi,
Yaklaşır ayak sesleri.
Ve feda eder bir Çoban kendini Kuzuları için,
Kurtların ortasına atılıp.
Ardından devam eder flüt sesleri güçlenerek.


IV.

Nice yarınlar yaşadık
Ve nice bugünler.
Yaşamın saygısı yok hayatlarımıza.
Ötemizde ve berimizde
Kocaman bir paradoks
Bir canavarı bile doğuran bir anne vardır her zaman.
Utanması gereken ya da
Suçlu olan kimdir?
Ne zaman değişecek hayatlarımız ileriye doğru?
Ne zaman bırakacağız
Oynadığımız yada
Oynadığımızı sandığımız
Trajedi oyununu?


Yoksa o bize yıldızlar kadar yakın
Kendimiz kadar uzak mı?
Akıttığımız incecik gözyaşları
Boğarken bizi gecenin en bakir zamanlarında
Neden cevap vermez
Göklerin Hakimi?
Şu ağır gökyüzü altında
Ne kadar da hafif ruhlarımız var.
Dans eder dumanlar ateşin içerisinde
Ve etrafında
Yanıbaşımızdaysa milyonlarca yıldız.
Ve gökten süzülerek iner milyonlarca
Kızıl kelebek. Dumanın dansına katılırlar
Parlak ay ışığı altında.
Çığlıkları duyulur gecenin efendilerinin.
Haykırışları ulumalara dönüşür. Uzaklarda...
Karanlık ormanlarda,
Çok uzaklarda....


V.

Kendinizi kandırmadan kaç gününüz geçti
Şu eski topraklarda?
Ve neden yalan söyler sahipsiz ruhlar
Kendi kendilerine?
Hala duyamıyor musunuz çığlıklarınızı?
Neydi eksik olan şeyler hayatımızda
Ve eksik bıraktıklarımız?
O kadar çok yer var ki hala gidilmedik,
Ve ulaşılmadık boyut.
Çağırıyor azgın dalgalar ve serin rüzgarlar.
Çağırıyor uçsuz bucaksız ormanlar ve dağlar
Martılar, Albatroslar.
Kurtlar, Kuşlar, Balıklar
Ve, zamansız bir zaman çağırıyor.
Çağırıyor...


VI.

Ne kadar zengin gerçeklerimiz vardı oysa.
Ve bir o kadar da ulaşılmaz.
Gerçek ya da Yalan !
Sadece O.....


2004

© Emre Karahasan