26 Mayıs 2010 Çarşamba

Serüven

I

Sabah uyandı. Güneş henüz yükselmeye başlamıştı. Ayna, yatağının tam karşısındaydı. Yatağında doğruldu ve aynaya baktı. Odanın içerisi pek aydınlık değildi. Yine de aynada gözlerini görebildi ve uzun bir süre baktı. Bir şeylerin eksik olduğunu fark etti, eksiklik aynanın içerisindeki görüntüdeydi.
Sabah, çılgınlar gibi bağırıyor kuşların çığlıkları yankılanıyordu. Ayağa kalkıp dolabı açtı çantasını alıp içerisine giysilerini doldurdu. Yanına daha başka ne alabileceğini düşündü. Bir süre durdu ve tekrar dönüp aynaya baktı. Ayna ona veda etti ve yolculuk başladı....

II

“ Nereye? Nereye gitmeliyim? Hangi yöne ? Doğuya, batıya, kuzeye yoksa güneye mi? Daha mı uzaklara yoksa?”
Ve, yolculuk başladı...

............................................................................

“Ortaokullu ve liseli çocuklar okullarından çıkıyorlar. Ne kadar da kendilerine güveniyorlar. Hangisi fark edecek, edebilecek ki, hangisi fısıldayacak kendi kendine ve hangisi bırakabilecek ve alt edebilecek, hangisi görecek ya da çalışacak görmeye, hangisi susacak, hangisi hissedecek ki? Belki çok erken onlar için. Aptal değiller ama Gençler. Gençler ama bir o kadar da Yaşlılar. Yaşlılar fakat yeni doğmuş bir bebek kadar körler. Körler fakat bir kuş kadar atikler. Sizler ve bizler, bizler ve onlar, onlar ve biz. Ve biz kimiz ?
Sırtında çantasıyla evine doğru yürüyor. Beyni boş mu dolu mu? Görüyor mu gerçekten yoksa kör mü? Daha ne kadar gideceği uzun yolu var ve bir o kadar da kısa. (Biliyor mu?)
İşte ilkokullular çıkıyor okullarından bağırıyor ve vuruyorlar birbirlerine dostça. Anneler ve babalar arabalarda ve yol kenarlarında. Deliliğin ilk adımları atılır fark edilmeden o yaşlarda.
Bebekler, ne kadar kirli ve masum ve temiz. Gülücükler ve çığlıklar...

Geri döndüm ve buradayım işte. Burada. Ben ve ben. Yol , çok uzak. Yol, çok yakın. Yol uçsuz bucaksız ve Yol, sessiz. Nereye? Nereye yönelmeliyim? Nereden esiyor rüzgar?
Kendi içimden mi yoksa?”

III

“Yola çıktığım zaman alacakaranlıktı. Güneş henüz yükselmeye başlamıştı ufukta. Gözlerim durgun, beynim fırtınalı, bedenim sakindi. Elimde bir votka şişesi, sırtımda çanta, dudaklarımda gülücük ve sigara.
Yürüdüm ve gittim. Gidebileceğim kadar uzağa ve derine ve yüzeye. Gözün alabildiğince maviydi etraf ve bir o kadar da karanlıktı her yanım. Ne kadar zor şeydi Görmek...
Yürüdüm...Ve, yürüdüm...
Sonunda bir dere kenarına geldim. Dere akıyordu, yemyeşildi. Kurbağalar konuşuyorlardı, Kralları ne kadar da gençti? Muhafızlar saldırdılar üzerime. Kaçmadım. Beni tutup Kralın huzuruna çıkardılar. Baktı ve baktım ona. Sustu, hiçbir şey söylemedim. Baktı. Gördü ve gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Asasını kaldırıp hızla yere vurdu üç kez. Muhafızlar geldi ve Kral bana seslendi ;
“Dikkat et, yol zor. Yol uzun ve hep buraya döner o tekerlek !”
Selam verip muhafızlarla birlikte dışarıya çıktım. “Düşünce” verdiler bana hediye olsun diye kabul etmedim, yalnızca teşekkür ettim.
Ve tekrar başladı kısa ama uzun, uzun ama “O” kısa yolculuğum.”

IV

“Yürüdüm ve yürüdüm. Şehirler aştım ve hiç aşık olmadım. Geceler gece, gündüzler gündüzdü, ay ve güneş biraradaydı...
Ayaklarım kumlara battı. Ve hissettim, duydum ve gördüm Onu, o ejderhayı. Kocamandı. Ondört başlı ve oniki ayaklı ve yetmişbeş canlı. Kralıydı ve Kraliçesiydi. Yöneteniydi ve halkıydı bütün bu kum yığınının. Gölgeler arttı, yıldızlar çoğaldı. Güneş ışıldadı ve nefesini hissettim. Gördüm onu, O da beni.
Ona doğru yürüdüm, o bekledi. Tahtı yoktu onun. O taht zaten benimdi. Geceler geçti ve gündüzler geldi. İlkbahar geçti ve ilkbahar geldi. O beni öldürdü ben onu öldürdüm. Kimse kaybetmedi, kimse kazanmadı ve beni bıraktı. Arkamdan el salladı.
Tekrar yürüdüm ve yürüdüm, durdum ve durdum. Öldüm ve dirildim. Dirildim ve öldüm. Durdum ve gördüm, yürüdüm ve hissettim. Hissettim ve anladım. Anladım ve bildim. Bildikçe tekrar ve tekrar başladı o yolculuk. Ama Acı’ya daha gelmedim.”

V

“Kara Ruhların ormanına vardım en sonunda. Ruhlar oradaydı. Beni çadırlarına kabul ettiler, orada uyudum, rüyalar gördüm. Ağladım ve sarhoş oldum. Kalabalıktan korktum ve ruhuma sığındım. Ona sığındıkça “Acı”yı gördüm. Onu gördükçe onu hissettim, hissettikçe ona bağlandım. Ve, o ormanda ilk ve son kez Aşık oldum. Lanetli falan değildi onlar. Aslında bembeyazdılar. Tek yaptıkları düşünmekti. İçerlerdi düşündükçe ve kararırlardı gecede.
O kadar güzeldi ki ormanları, hiç ayrılmak istemedim oradan. Aşk’ım bana aşık oldu. Ben tekrar ve tekrar aşık oldum Ona. Yıldızlar kadar parlaktı O, ve parlak hala. Kimse bilmez ve görmez onu kara ruhlardan başka. Ne olduğunu gördüm acının ne hissettirdiğini ve hissettirebileceğini. Korktum. Aşık oldum ona, milyonlarca kutu boya harcadım ve yapamadım onun resmini. Aşk’ımın...
Oradan ayrılmadan Ona sordum. “Benimle gelecek misin ?” diye. “Hayır” dedi O. “Ayni de olsa yollarımız ve gideceğimiz yer, sen yalnız olmalısın ve ben de öyle”.
Onu öptüm, onu kokladım. Ona bağlandım ve onu kutsadım. Ve yine başladı yolculuğum. Gelecekten geçmişe, geçmişten şimdiye ve şimdiden nereye?...
Kahkahalar sardı ormanı...Onlar kahkahalarla uğurladılar beni. Onlara gülümsedim. Aşk’ım gülümsedi bana, ben ağladım O’na. Tekrar ve tekrar belki de yine tekrar başladı yolculuğum Kara Ruhlar’dan gözlerimin siyahına doğru...”

VI

“Bıraktığım dünyadan ne kadar uzaktayım şimdi? Neredeyim ben ve bildiğim, bildiğimi sandığım, tanıdığım ve tanımaya çalıştığım o küçücük dünya nerede?
Şişeler bitti. Gözlerim karardı ve rüyalarım arttı. Neresiydi gittiğim yer? Kuzey mi, güney mi? Doğu mu, batı mı?
Var mıydı yoksa yok muydu. Ben mi yaratmıştım yoksa yaratılmış mıydı?...
Bir şehre vardım. Her yanım yemyeşildi. İnsanları samimiydi. Başlarında bir Kral vardı. O hep çıplaktı. Halkı kederli, sanatçılarının bir çoğu kibirliydi, pek azı ise mütevazi.
Şehre girdim yirmidördüncü kapıdan ve yürüyerek vardım o ‘Yüce Sanatçıların’ toplandığı Han’a. Birbirleri hakkında hararetle konuşuyorlardı. Onlara baktım önce. Elime bir testi içerisinde oraların en ünlü içkisini tutuşturdular. İçtim ve onları dinledim. Onlara acıdım ve onlara güldüm. Bana sadece baktılar. İçlerinden biri vardı ki…Ona güldüğümü görünce beyazladı ve döküldü saçları, görmez oldu gözleri. Sonra, inkar etti beni ve kendini.
Oradan ayrıldığımda şafak vaktiydi. Halk uyuyordu. Kral uyanıktı, düşmanlar ise uykuda.
Serin rüzgarlar eserdi dağlarından şehrin içerisine doğru. Halk mutsuz, halk düşünmeyi unutmuş. (ve onlar yok olmaya mahkum.)
O yerin olmayan ormanlarında gezinirken aklıma geldi Aşk’ım, parlak ışığım. Dönmek istedim onun olduğu yere. Olmadı. Olamazdı. O zaten yanımdaydı. Yapraklar sararmadan önce ayrıldım oradan. Bıraktım kendimi, kendi pusulama, fırtınanın çağırdığı yere gittim usulca.
Ve geride bıraktım onları daha iyi yok etsinler diye birbirlerini. Güneş doğdu ve erik verdi ağaçlar. Kuşlar cıvıldadı ve gözlerim kararıp açıldı.
Bir adım sonra kapandı kapılar. Hazinem hep içimde saklı, kulağımda onun fısıltıları...”


VII

“ Gözlerimi açtım ve gözlerimi kapadım, kapadım ve tekrar açtım...Karanlık eğildi önümde, ben ona selam verdim. Ve onun kucağına girdim.
Her yanım siyahtı; ellerim, gözlerim, ruhum, duvarlar, duvardaki ışıklar. Yürüdüm, yürüdükçe yürüdüm, aradığımı bulmama ne kalmıştı ki? Kahkaha sesleri duydum ileride. Nereye gidiyordum ki, ne ileriye ne de geriye. Yürüdükçe büyüdüm, büyüdükçe küçüldüm.
O karanlık tünel aldı ve sarmaladı beni. Aşk’ımın fısıltıları dudaklarımda, kalbimde ve ruhumdaydı hep. (Evet ama onlar ne anlarlardı ki?) Tünelin sonundaki ışığa vardım. Orada oturan biri vardı. Kendini “Ben” olarak tanıttı, fakat “Ben” değildi O. O, “O”ydu. Uzun uzun gözlerime baktı. “İn aşağıya, kendinin labirentine, in ve bul, bul bulabilirsen. O labirenti ki zalim ve sessiz, o labirent ki vahşi ve gereksiz. İn ! ve Git !”
Ben de ona baktım uzun bir süre gözlerinin içerisine, anladı ne söylemek istediğimi, elini kaldırdı ve o anda bir kapı açıldı, “Gir” dedi bana emir vermeden yumuşak bir sesle. Ve girdim ben de o parlak ışığın içine. Labirente doğru hızla indim, aşağıya...Arındı gökler ve olgunlaştı meyveler. Aşk’ım, beni bekliyordu. Düşündüğüm ve tek bildiğim de zaten O’ydu...”


VIII

“Gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımda etraf yemyeşildi. Yemyeşil çitler uzanıyordu benim önümden sonsuza varıncaya dek. Yürüdüm, sola ve sağa döndüm, yürüdüm ve yürüdüm. Gittikçe gittim. Güneş boğdu beni. Ay doğdu üzerime. Aşk’ım beni çağırdı, ona doğru yürüdüm. Gül bahçeleri gördüm. Her renkten güller vardı orada. Siyah, kırmızı, sarı, beyaz, mor, yeşil...Zakkum ve kaktüs bahçeleri de gördüm. Hiç ses yoktu. Tek işittiğim ses kendi ayak sesimdi.
Gölgeler çıktı önüme, onları alt ettim ellerimle. Geceler geceye karıştı, gündüzlerde gündüze. Acıktım ve susadım. Bir av aradım. Topraktan fışkıran mantarları gördüm ve yedim onları. Konuştum geceyle, Aşkımla konuştum. Bilgeler gördüm. Yanımdan geçtiler birşey söylemeden. Aslanlar gördüm uyurken. Ben. Gittim. Kendime doğru hızla yaklaştım. Gözlerimi gördüm bir gölde. Sesimi işittim bir vadide. Aşk’ımı düşümdüm, O da beni düşündü, duydum sesini ve hissettim O’nu. Tekrar geriye döndüm ve aradım çıkış yolunu, en sonunda buldum. Ben, Ben oldum ve sustum. Kral’ı gördüm. Yaşlar damladı gözlerimden. Elimi tuttu ve yolladı beni yukarıya...Sonsuz maviliğe. Eğildim önünde. Açtım gözlerimi. Ve karardı gözlerim.
Aşk’ımın çağrısına yakındım artık ve bir o kadar da uzak. Sustum ve dinledim onun sesini. Ve uykuya daldım bir ağacın kovuğunda...

IX

“Bulutların kucağında buldum kendimi uyanınca. ‘Oysa yüce bir ağacın kovuğunda olmalıydım’ diye düşündüm. Temiz ve yumuşaktı onlar. Aşk’ımın o güzel sesi beynimde ve kulaklarımdaydı. Birisi geliyordu benim olduğum yere doğru hızlı hızlı yürüyerek. Bana ne kadar da benziyordu gölgesi. Yaklaştı ve yaklaştı. İçime girecek kadar yakınıma geldi. Ve, savaşı başlattı. O, Ben’di. Ya da Ben O’ydum. Kim, kimdi ? Kim olması gerekirdi ki? Bana elleriyle saldırdı, Ben Ona düşüncelerimle karşılık verdim. O karardı gölge oldu. Ben karardım gölge oldum. O, Ben oldu, ve Ben, Ben oldum, O Ben’e dönüştü, Onu kovdum ve yok ettim, Aşk’ımın verdiği güçle. O ağladı, Ben güldüm, O giderken geldiği yere. Bulutlar büyüdü ve renk değiştirdi ülkemin üzerinde gezinirken. Şimşekler çaktı ve yağmur taneleri aktı ayaklarımın altından. Yağmur taneleri bana gülümsedi, gökkuşağı elimi tuttu. Yağmur taneleriyle indim toprağıma, vatanıma. Hiç ıslanmadım, ben zaten sırılsıklamdım. Aşk’ımın hayalini gördüm dağın tepesinde, oraya doğru yol aldım...”

X

“Yürüdüm. Yürüdükçe O’na susadım. Susadıkça hızlandım. Sonunda Aşk’ımın olduğu dağın en üst tepesine vardım. Onu aradım, fakat bulamadım. Uzun bir süre sonra “Ben buradayım” diye seslendi bana. Baktım ve Onu Gördüm. Sordu, “Yolculuğun bitti mi?” “Evet !” dedim. “Gerçekten de bitti mi yolculuğun?” dedi tekrar. Bir süre düşündükten sonra utanarak “Hayır” dedim yumuşak bir sesle. “Hayır bitmedi, zaten o nasıl ve ne zaman biter ki?”
Aşk’ım bana baktı o güzel, gördüğüm ve görebileceğim en güzel gözlerle “Evet” dedi, “O, nasıl ve ne zaman biter ki?”
O’na doğru yürüdüm. “Gel ve dinle, gör ve hisset, yaşa ve bil ve Ol sadece !”
Yanına gittim. Saçları ne kadar da güzeldi. Yüzü gördüğüm tüm perilerden de güzeldi.
Dinledim, gördüm ve hissettim. Ve, sonunda bildim. Hiç yol katetmemiştim, Ben hep olduğum yerdeydim, yol hiç başlamamış ve bitmemişti ya da her şey bunun tam tersiydi...
Sonra yaklaştı bana. Öptü beni dudaklarımdan. “Uyan” dedi, “Uyan, gerçeğe, rüyaya, var olan ve var olmayana uyan.Tanrı’ya ve Tanrısızlığa uyan. Bana ve kendine uyan...Haydi....Uyan...” diye fısıldadı kulağıma o tatlı sesiyle.
Karardı ve yine aydınlandı etraf. Ve, sustum, ve O sustu. Resim değişti. Biz biz olduk. Biz zaten Bizdik. Onlar kimdi ?”

XI

“Güneş henüz yükselmeye başlamıştı. Kapıyı açıp içeriye girdim. Aşk’ım oradaydı...
Yatağın içerisinde doğruldu ve bana baktı.
“Hoş geldin” dedi... “Hoş geldin, yolculuğun nasıldı?”
Gülümsedim sadece. Hiç birşey söylemedim...”

XII

“Yolculuklarımız ne zaman başlar ve ne zaman sona erer ? Bu serüven sona erer mi ki ? Ve, kim bitirebildi ki onu ?
Biz biter miyiz ve O biter mi ? Bir bulmacanın parçası mıyız yoksa ?
Olan ya da olmayan o bulmaca bizim bir parçamız mı?
Aşk’ım kollarını açtı ve ben kendimi Ona bıraktım usulca.....”

-şimdilik...bitti...-


1999 – 2010

© Emre Karahasan

20 Mayıs 2010 Perşembe

Çok Geç

Yapılacak,
yapılabilecek
o kadar çok
şey varken,
herşey için
geç kalmak,
görmemeye çalışıp
yine de farkında
olmak,
sıkıştığının
yarattığın
dünya içerisinde,
daha ne kadar ?
geç.
çok geç. diğer
reenkarnasyona dek.
belki de.


19.05.2010

© Emre Karahasan

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Dumanlar yükselir....

Dumanlar yükselir aynanın içerisinden
Etraf grileşir, bulanıklaşır görüntüler
Duvarlar titrer.

Çok tatsız bir rüya hayat,
Şekilsiz bir piramit benzeri, ve,
Bağırır gözyaşları içerisinde
Tanrıça, yıldızlar
Baş aşağı dönerler.

Hiçbir şey, hiçbir şey anlatmaz çoğu zaman.
Eko yankılanır sadece duvarlarda,
Saat tıkırtıları gözleri acıtır,
Gözler ruha bağlıdır...

Gecenin yamacı nerede?
Gecenin yamacı nerede?

Herşey sessiz ve yerli yerinde görünse de,
Görüntü yanıltıyor geceyi,
Titrek ışıklar uçuşuyorlar
Bilinen ve bilinmeyen dünyanın
Gölgesinde.

Yükseliyor dumanlar aynanın içerisinden,
Bulanıklaşırken görüntüler
Pentagram içerisinde,
Kırmızı şaraptan büyük bir yudum alır,
Etraf gittikçe grileşir,
Titremeye başlar duvarlar
Tanrıça baş aşağı çevirir yıldızları
Anlamsızlık saplanıp kalır,
Aynanın içinden yükselir dumanlar
Dışına doğru odanın,
Gölgeler kalır,
Şarap biter,
Ve söner yıldız,
Tek ses geride kalan,
Ölümsüzlük eşittir,
Sessizlik...


19 Nisan 2010

© Emre Karahasan

şehir...

I

derin bir saçmalık içerisinde ve derinden derine,
umutsuzluk ve boşluk hükmediyor yaşama.
eski günler ne kadar uzakta şimdi?

o kadar aydınlık ki, açamıyorum gözlerimi,

yılların ardından yağdı yağmur yitik ülkeye,
anlaşılmaz akordsuz sesler ve, susuz...
şehir...kanlı...kanıyor...şehir...
erezyona uğruyor toprağım her geçen gün,
yabancılaşıyor kendine,
bulabilmesi için kendini kaç asır geçmeli?

II

garip bir dönem ve ,
garip, parlak ışıklı bir şehir var ileride.
yalansız yalanlar katlediyorlar yalanlarını,
değişiyor el yazması kitaplar,
gözlerimiz ve ruhumuz,
beyin ve bedenimiz,
-iz, -izm, -iz,
Biz miyiz?

kırmızı şarabını boşalttı gece,
gecenin üzerine yayıldı sis ve biz.

uzun ve büyük köprüler var,
altından sular akar. siyah.
uçsuz bucaksız ormanlar,
sis ve insanlar.
yine de gözlerinden yaşlar akar onların,
ve O, “bir yağmurlarsız” gecede
kaybolmuşken ve çıkamamışken
zaten belki de istememişken, yine de,
ağlar O ve kaybeder ve ya unutur
“gözlerini” sokağında, krallığında.
şimdi uzakta,
kaybolmuş bir halde,
y.sokağında

200? – 2010

© Emre Karahasan